Geceleri kömür kokuyor buranın sokakları. Ciğerleri yakan bir koku… Caddeye bakan yüzü camdan yapılmış dükkânlar ve sobaların etrafında toplanmış insanlar. Fotoğrafını çek demiştin böyle şeylerin. Beceremedim; sokağın grisini ve insanların kırmızılığını tek bir kareye sığdıramadım. Bazı şeylerin fotoğrafını çekemiyorum ben. Kelimelere sığdırabiliyorum ancak. Cefakâr birkaç elin, kızgın sobanın etrafında ısınışını anlatırken, satırların arasına sensizlik ve hasret sıkışıveriyor. Merak etme, benim ellerim ceplerimde, üşümüyorum. Ama üşümekten beter bir titreme var üstümde.
Ne garip şey bu hasret; başımı kaldırsam bir ay ışığında buluşabilirmişiz gibi geliyor. Ama sen öylece uzakta… Ne tuhaf.
Eskiden, yürüdükçe çözülürdü düğümler. Eski, ne kadar da yakın hâlbuki. İnsan, adım attığı sokakları görmemeye başladığı vakit, kendi zihninde yürümeye başlıyordu o zamanlar.
En nihayetinde, bütün dertlerin insan gerçekliğine tezahürü, ruhun bedene küçük mü yoksa büyük mü geldiğiyle alakalı. Bazen beden büyüyor, ruh küçük kalıyor; bazen daha kötüsü. Çok daha kötüsü…
Neden yazar ki insan? Ruhun eline kalem tutuşturamadıktan sonra, ne anlamı var kalemin kanını akıtmanın? Kağıda kavuşan kelimeler, hasrete deva olmuyor; kalem de eksiliyor, ben de eksiliyorum.