eksik

Tanıdık olmayan bir müzik geliyor kulağıma. Bir şeyler yazasım var. Yazıyorum yazmasına da, ilk defa tam oturuyor kelimeler yerine. İçime sinmeyen tek satır yok. Ve fakat hem kısalığı hem de bu kadar yakışır olması matemine kelimelerin tedirgin ediyor beni. Böylesine tatsız bir saklanış yarım kalmalıydı. Kelimeler düğümlenmeliydi.

Bilemiyorum. Gayet garip geliyor. Daha fazla bilemiyorum ben zaman geçtikçe. Daha az emin oluyorum veya. Veya önemsizleşiyor belki. Dediğim gibi, bilemiyorum. Büyüyorum galiba, ya da büyüyemiyorum sanırım. Ama eskiyor nefeslerim.

akrep

“Saniyeler uzamaya başlıyor” dedi. Gözüm istemsizce saate kaydı. Yelkovan rüzgar çıkaracak kadar hızlı geçiyordu oysa. Fakat onun yüzüne baktığımda, vaktin durmaya hazırlandığından neredeyse emin olacak kadar yavaş ifadelerle tavanı seyrettiğini farkettim. Zamanın kuralları yok, ne acı.

Farkındaydım endişesinin, yalan söylediğimi bileceğinin farkındaydım ama, “Pili bitiyordur belki” dedim. Hayatımda gördüğüm en üzücü gülümseme indi yüzüne. Ama öyle uzun sürdü ki, yüzünün tekrar ciddileşmesi, o an sanki son gülüşünden vazgeçmemek için çırpınıyor gibiydi. Keşke zamanı o an durdurabilseydim.

Zamanın zehri, odanın tüm uzuvlarına zerk etmiş gibiydi. O da farketmiş olacak ki, camı açmamı istedi, parmağını ağır ağır kaldırıp pencereyi göstererek. Son nefeste aranan temiz hava… Ben ayağa kalkarken, o güç bela dibindeki bardağa ulaşmaya çalışıyordu.

Bir kaç adım atmama kalmadı… Duyduğum sese inansam, yere düşen ufacık bir bardak değildi sanki. Sanki o an, arz ikiye ayrılmıştı. O ne müthiş gürültü. Pencerenin koluna dahi uzanamamıştım daha. Çaresizce döndüm arkama, gözlerini bu kadar boş bakarken görmemiştim. Bir an ismini dudaklarımdan dökmek geldi içimden, sessizliğe gömülmekten korktum. Korkacak ne vardı halbuki.

Gözümün önünde kalansa kâti sessizlik, paramparça bir bardak, halıda kaybolmuş damlalar ve durmak üzere bir saat.

Meğer tek derdi üzmemekmiş beni. Zaman durmuş, belki yıllardır. O ise sadece yavaşladığını söylemekle yetindi bana. Ebedi ayrılığa kavuştuk, hem o hem de ben. Bizi zehirleyense bir küçük akrep.

karanlık-2

Nazikçe perdenin kenarına uzandı. O an neredeyse yalvarırcasına dönüp gözlerime bakmasını istedim. Ufak bir penceresi bile olmayan bir zindanda yıllarımı geçirmiş gibiydim sanki. O perde açıldığında güneşin neler yapabileceği hakkında bir fikrim yoktu neredeyse. Ve sırf bu yüzden tek bir an için yüzüme bakmasını istedim. Bir onay beklerdi belki bakışlarımdan. Ve belki dokunma onlara diyemesem bile, korkumu sezebilirdi. Halbuki ne büyük saçmalık, o siyahlığın içinde yüzümü görmesine imkan yoktu.

Alışkanlık gibi bir şey değil aslında bu. Daha çok alışmaktan korkmak. Ya o ışıkla beraber yüzünün aydınlağına bakar ve bir daha karanlığa katlanamazsam? Veyahut, suratıma vuracak o huzmeyle beraber tüm sefaletimi görürsen?

Neyi beklediğimi de bilmiyorum aslında. Yani o perdeler, toprakla aramdaki son muhafaza olamayacak, bu kadarı aşikar. Şimdiye dek yaşamış onca akıllı adam, akıl etmiş olmalıydı bunu. Ve söylemiş olmalıydılar bana, sessizce. Ama onlar mutlak sessizliği tercih etmiş. Garip…

O sessizliğe saklanmak istiyorum. Kırk kat giyinip, tek söz etmeyip, karanlıkta kaybolmak, ama huzuru bulmak. Zor olacak, ve hatta belki olmayacak. Olamamalı da zaten.

Ama lütfen, dokunma onlara. Karanlığımla yüzleşmenden korkuyorum.

karanlık

Gece kadar samimi değilsiniz hiç biriniz. Gün doğduğunda her şey çıkar meydana diyorlar, yalan. Aydınlık en büyük ilizyonunuz veyahut yalanınız. Karanlığın dürüstlüğü var halbuki. Fikirlerin ayak sesi bile öylesine net. Keyifli veya kederli farketmez, en net adımların atıldığı yürüyüşe yıldızlar eşlik ediyor.

Dünyanın makyajı akıveriyor zifiri karanlıkta. Gündüze gizlenmiş her türlü boya anlamsız oluyor günün sevdiğim yarısında.

kardeşime

Bir adam tanıdım ben. Kardeşini seçemezsin ya hani, ben değil kader seçti kardeşimi. Şimdi bin yıl geçse üstümden, ölsem ölsem dirilsem, elimde soğumaya yüz tutmuş bir küçük bardak çay, kardeşim görünse caddenin köşesinde, sanki dün gibi gelir…

Salacak’ta bir sabah, Koşuyolu’nda bir gece, Safa Tepesinde yediğimiz bir ekmek, kardeşin tarifini yapmaya yeterdi zaten, ama benim kardeşim hep fazlasını yapandı. Asıl olan ne Üsküdar’ın güneşiydi, ne de Kadıköy’ün yağmuru, bir ateş vardı bastığımız, doğduğumuz ve varacağımız toprağın altında. O halde dünya yansa ne alâ! Şahit olduk biz, kar tanesinin arzı deldiğine.

Benim kardeşim aşkı anlayandı, aşkı anlatandı, aşkı öğretendi. Atacağım her adımda, şüphe etmeden yanımda olduğunu bildiğimdi benim kardeşim.

Dört adam diyordu, tabutunu taşıyacak dört inanmış adam. Ben vazgeçtim; kardeş dediğin gözünü arkada bırakmayanmış. Gözümün görmediği yerde gözümün nurunu koruyanmış.

Hatıranın tarifi olmaz, fakat hatrı hasıl olur bir ömür. Son nefese vardığımızda, huzur biriktirmemiş olabiliriz belki yüreğimizde, ve/veya mutluluk, bugün ve yarın ve hatta ilelebet sözüm şudur sana;

Yüreğine sağlık!

güzel bir şeyler

Aşina olmak diye bir şey var. Aşina olmadıklarımız yabancı geliyor epeyce. Ne kadar beğensek de, ne kadar sevsek de, oturmuyor taşlar yerine. Eksik kalıyor bir şeyler.

***

Her güzel günde olması gerektiği kadar yağmur yağıyordu o gece. İnsanlar yüksek sözle söylemez ama hepsi bilir ya hani, bir erkeğe ağlamak yakışır aslında veya bir kadının gözyaşları kıymetlidir, o gece de gökyüzünün ağlayışında yakışıksız tek bir damla yoktu. En önemlisi o yanımda, kardeşim, sırdaşım, bırakacağım her emanetin sahibi.

***

İlk gerçek elveda… Düştüğü her yolun sonunu vuslat bilen bir kaç kişiden birinin ilk ayrılışı. Okuduğumuz ve izlediğimizin aksine, en acı an(ı)larda çok az şeyi hatırlar insanlar. Fakat hatırlanan o bir kaç şey kader çizgisini öyle bir çizer ki, ıslak mürekkebin kağıtta kayboluşu ve bıraktığı iz kadar derin. Öyle ki, Karadeniz kadar.

***

Sonsuz anlamsızlık… Son uyku, ilk uyanış, az umut, çok inanç, ilk vazgeçiş, son bekleyiş… Nihai vuslatla aradaki perdeye ilk bakış… Dipsiz zahiriyet, göğü dolduran kutsiyet, o gökyüzünden bir küçük nefes.
En acısı, yığınla kelime, anlatılamayan bir hikaye, en önemli hikaye…

bir söz

Dürüstlük pahalı bir mülktür, ucuz insanlarda bulunmaz.

Honoré de Balzac

Bize hep iyi insanların rahat uyuduğuyla ilgili hikayeler anlattılar. Aşıkların kavuştuğunu, çalışanların kazandığını, doğrunun kaybetmediğini anlattılar.

İyi niyetliydiler aslında. Fakat yanlıştı hikayeleri.

Mesela aşıklar kavuşmuyordu. Yalan değil aşık vardı toprağın üstünde ama aşıklar yoktu ki. Aşık, maşuğun bir gözüne bakıp yüreğini delmiyor ki. Onca sözün üstüne seni seveni sevmeye karar verdiğinde sen hangi yüzsüzlükle aşk dersin buna? Sen aşıksan, ya Leyla? Ya Mevla’nın Mecnunun yüreğine koyduğu şey?

Veya şafak atmadan eskimiş ayakkabılarıyla sokakları arşınlayan babanın, küçük evine, kazandığı iki kuruş, işittiği onca söz ile aldığı iki ekmeğin varlığından haberdarken ben, sen bana hangi başarının hikayesini anlatacak cürete sahipsin hala? Mevla her sevdiği kuluna mı der ‘Yürü ya kulum’ diye? Demez.

Hâsılı çok da sözü uzatmadan, topraktan yaptığı oyuncaklarından başka bir şeye sahip olmayan çocukların, dünyanın dört tarafında can verdiğini biliyorken, ben nasıl inanayım doğrunun kaybetmediğine? Yanlış ne yapabilir ki, o anakuzuları?

Ama esas olan ne biliyor musunuz, o hikayeler anlatılmalı daima. Her seferinde gerçekliğinden hiç şüphe etmeden. Kandırmalıyız çocuklarımızı, güzel yalanlarımızla.

Çünkü Mecnun menziline vardı. O baba bu sabah tekrar aşındıracak ayakkabılarını, dünyanın en kıymetli iki ekmeğiyle birlikte bir efkar sigarası tüttürecek eve dönerken. Daha adını bile öğrenemeden ölen o çocuklarsa hep masum kalacak, bizim kirlenmişliğimizin suratına her gün tükürürcesine.

Ve biz o hikayeleri çocuklarımıza anlatmaya devam edeceğiz. Yaşayamasak bile, sırf doğru olana inancımız yüzünden.

sabah

Bir bağırış var içeriden. Neredeyim? Zahirden bahsetmeme fırsat bile kalmadan hem de. Ben neredeyim? Güneş her sabah bıkmadan toprağa karışırken, ben neredeyim? Dört duvar ve pencere, düşman oluyor bir tek kapıya. O kutunun içine saklandığım yetmiyor gibi, bir kaç kemiğin arasına sakladığım hatıralar…

Ve dediğim gibi yine güneş doğuyor. Evimdeyim, ben bazen uyuduğum yerdeyim. Ama uyku benden çok uzak. Bir yastık bir çarşaf yetmiyor. Gözler kapanıyor, zihin durmuyor.

Şifası olmayan bir illet gibi yankılanıyor beynimin içinde aynı soru tekrar ve tekrar. Ben neredeyim? Burada olmak gibi sığ bir cevap bir an kendini gösteriyor fakat yetmiyor. Pencereden uzansam tutacağım bir kaç dal, ne kadar ait görünüyor halbuki toprağa.

O zaman soruyorum tekrar, nereye aitim? Yine yok. Ve bu sancıların en çıkmaz tarafıysa cevabını bulmaktan bu kadar uzakken her birinin, yenileri ekleniyor.

Sanki çok önemliymiş gibi bütün bu gölgeler, o gölgelerin önüne geçenlere de nefretle bakıyorum artık.

Yorgunum. Huzur uzak, uyku uzak. Şafak uzak, ama dibimde. Sorular kafatasımı yırtarcasına yakın, aradıklarım uzak bile değil. Zaten bu bilinmezlik… Gerçekten yorgunum. Artık sadece biraz uyumak istiyorum. Belki de kıyemete kadar uyumak. Ama eksik kaldı bir şeyler… Allah’ım güç ver.

Güneş acımasızca doğuyor.

kalem

Halbuki, oturup boş boş konuşabilirdik seninle, saçma sapan filmler izleyebilirdik sırf yönetmene küfretmek için, kimsenin gülmediği şeylere ağlayana kadar gülebilirdik.

Ama sen hep ağladın. Sessiz olsan anlardın aslında derdimi. Dinlemene bile gerek yoktu, sadece sessiz olsaydın tek bir an için. Ben susmuştum halbuki. Satırlara dökülemeyecek beyanım zaten sessizliğimdeydi benim. Sessizliğimiz yankılanırdı her tarafta. Ama sen hem ağladın hem konuştun. Neyse…

Birkaç yıl önce sana okuduğum kitaptaki gibi her şey. Yazarın kafası karışık anlayacağın.

Ama seviniyorum tek bir şeye; buralar sensiz çok sessiz. Güzel hatıralar hep çok kısa ama bu sessizlik, gerçek bir aşk gibi ebedi.

Asıl derdim buydu işte sen sessizlik dediğim şeyi hiç anlamadın. Artık sen de yorgunsun, hatta argın belki de dargın. Bende hüzün yok sadece yorgunum. Ama daha ne istenir ki zaten? Çıt çıkmıyor.

Yazdıkça yazası var bugün kalemin. Bir o bozuyor sessizliği, fakat ne ala, o da sessizliği yazıyor. Derdi ne bu kalemin? Seni benzettiği gerçeklere kızdı diye, nedir seninle alıp veremediği? Kalemi boşver, gel sen. Hayal bulutlarının sana, sessizliğin kalemden başkasına hayrı yok.

Aşkın mükafatı olmaz ama sessizliğin içinden sıyrıl gel. Bu kalem aşkı hep yazdı. Kelimeler sıralanmış ama hikayeler hep sessiz. Kalem sırılsıklam aşık ama kağıt hep sensiz. Sevdaya verilmiş sözlerim var. Şimdi sessizce sen gel.

olsun

Anlatsam ağlardın belki, anlardın bile belki. Kendini tekrarlayan çıkmaz sokaklara dönmüş zihminde kendini görürdün belki. Başta acırdın bu ızdıraba, ama tek başına ne kadar sen dolu olduğunu farkettiğinde şehrimin, aşık olurdun bu duyguya, eminim.

Fakat söylesem inanmazsın ağlasan da, inansan hele, o zaman da korkarsın. Olsun sen yine de dinle. Belki şaşırtırsın aşk olur, olmayacaksa da dinle, anlatamazsam aşk olsun.

masumiyet

Gün be gün çekti kendini hayattan. Gördüğü suretlerde tanınmışlık yoktu, çirkince arzular vardı ifadelerinde. Küçüklüğünde kavga ettiği çocuklara bile bu denli nefretle bakmamıştı. Ama cesur bir nefret değildi onunkisi. Karşısındakiler temiz değildi, anlaşılabilir veya yenilebilir değildi.

Kendince beklentileri vardı kısa yaşamından, mutlu olmak ve mutlu olmasını istediği insanlar vardı. Ve ilk hatasını yaptı. O kocaman şehirde rahatça yürüyebilmek için, bir rol biçti kendine. Olmadığı bir karakter yarattı. Ve daha da acısı başardı. Büründüğü rol ne kadar tanıdık değilse de yanında yürüdüğü insanlara, sakladığı ifadelerden de çekinmiştiler.

Anlamadığı şey şuydu; kafalarından geçen şeyleri öğrendiğinde iğrendiği insanlar da onun gibiydi bir zamanlar. Arasında mesafeler olan bu koca şehirler bir zamanlar böylesine kokuşmuş değildi.

Ve aradan zaman geçip, hala saf kalmış kendi şehrine gittiğinde anlıyordu, ne kadar kirlendiğini. Rol yapma kisvesiyle ne kadar “onlar” gibi olduğunu. “Onlar”ın tüm hilelerini biliyordu artık, öylesine biliyordu ki neredeyse özümsemişti. Ayağını bastığı topraklar, üzerindeki çamura hiç benzemiyordu.

Bir rol ne zaman bir karakter olur? Yoksa geç mi kaldı?

***

Ne kadar farkında olmasak da o çocuk bizdik. Birer birer her birimiz. Meşhur kafeste maymunların birbirine saldırdığı gibi, bizde bu kokuşmuşluğun bir parçası olduk, iğrenir ve eleştirirken.

Ne kadar rol yapsa da adem, özü bir. Her insan farklıydı, ve hepsinin ortak noktası farklı olmasıydı aslında. Masumiyet rolü, yapılabilir bir şey değildir. Her türlü çirkinliğe bürünmek mümkündür belki ama siyahı beyaz yapmak, gören göz için mümkün değildir!