Uykuda ölmek güzeldir derler. Bir rüyayı bitirmemenin tek mümkün olmayan yolu galiba uyanmamak. Benden önce başka birinin de söylediği gibi, rüyaları gerçek yapmak uyanmakla mümkün. Sanırım artık uyanma vakti.
Elveda dostlar. Bugün bir şey bitti.
Uykuda ölmek güzeldir derler. Bir rüyayı bitirmemenin tek mümkün olmayan yolu galiba uyanmamak. Benden önce başka birinin de söylediği gibi, rüyaları gerçek yapmak uyanmakla mümkün. Sanırım artık uyanma vakti.
Elveda dostlar. Bugün bir şey bitti.
Mağlubiyete mahkûmuz. Hepimiz… Kaybedeceğimiz günü görmek için bekliyoruz. Göstermelik mücadeleler verip, karşılığında kıymetsiz zaferler satın alıyoruz yalnızca. Somurtmamak için sebepler arıyoruz durmadan. Aslında sırf bu bile kanıtlıyor, her şeyi ta en baştan kabullendiğimizi.
Bir fotoğrafa takılıyor şimdi gözüm. Siyah bile değil sanki, öylesine renksiz. Her geçen saniye eskiyor olmanın yanında, hiç değişmiyor o küçük fotoğraftaki insanların küçücük yüzleri.
Güzel bir şey hatırlıyorum aslında. O ana dair tek hatam mutlu olmakla meşgul olmaktı belki de. Belki yalnızca bir fotoğraf çekmeliydim hiçbir şey bozulmasın diye. Ya da küçük bir kağıda, belki bir peçeteye bir şeyler yazmalıydım daha sıcacıkken her şey. Şimdi uzakta sanki hepsi…
İnsanın küçük oluşu mudur acaba böyle büyük sözler sarf etmesine sebep olan? Yoksa sadece öylesine konuştuğu için mi yapar ısrarla aynı hataları? Ne yazık ki bir yere bağlayamıyorum hiçbir şeyi. Esasen çok fazla yazasım da yok bu sefer. Bir şeyi fark ettim işte, yeniliyoruz zamana, zamanla. Nasıl doğduğu gün ölmeye başlıyorsa insan, öyle yaşıyoruz işte. Yenileceğimiz günü görmek için gayret ediyor, kaybetmek için kazanıyoruz. Ne zaman bu kadar acımasız olmayı başardık bilmiyorum. Öğrendiğim şey ise, bir şeyi istemenin tehlikeli olduğu artık. İstememeyi öğrenmeliyiz. Not ediyorum bunu bir kenara.
Aslında çok da mantıklı olmayan cevaplarındaki tutarlılık can sıkıcı boyuttaydı. Bana tutarsızlığımı mı göstermeye çalışıyordu yoksa bir şeyi fark ettirmeye mi çalışıyordu bilmiyorum. “Sen de bir şeyleri seviyor olmalısın. Yanılıyor muyum?” dedi. Tabii ki benim de sevdiğim bir şeyler vardı. Ona kedileri ve sabah yağan yağmuru sevdiğimi söyledim. Nedense kedilere yoğunlaşmayı tercih etti. “Kediler, onları sevmesen de yaşamaya devam edebilirler biliyorsun değil mi?” dediğinde kastettiği şeyin sevgimi küçümsemek olduğunu zannettim. Fakat bakışlarında küçümsemeden çok acıma var gibiydi. Kastettiği şeyi açıklığa kavuşturması için ne anlatmaya çalıştığını sordum. “Korkakça seviyorsun.” dedi, “Kediler, sevilmeye veya ilgiye ihtiyaç duymazlar. Sen ilgi göstermezsen de hayatta kalırlar. Aslına bakarsan kediler, sana ilgi gösterir, yani kedileri bile seni sevdikleri için seviyorsun.”.
Fikirlerindeki mantık ve tutarlılık bir anda kayboldu benim için. Suçlandığım şeyin birçok adı vardı ama hepsini kapsayan adı bencillikti. Neden bilmiyorum benim karşı çıktığım tek şey ise, yaptığı korkak yakıştırması oldu. Ve üstüne üstlük korkak olmadığımı değil yalnızca benim seçimim olmadığını anlatmaya çalıştım. “Korkak değilim hem öyleyse bile bu benim seçimim değil” dedim. Bana katıldığını söyledi ilk başta, ona göre de korkaklık doğuştan gelen veya çocuklukta şekillenen bir şeydi. Fakat beni yere seren cümlesi, “Peki, cesaret de yalnızca doğuştan mı gelir?” oldu.
İşin acı yanıysa tümüyle haklı olmasıydı. Hem de sonuna kadar. Korkak bir insan değildim aslında ama bir şeylerin veya daha kötüsü birinin sorumluluğunu almak korkutuyordu beni. Bu yüzden çiçekleri sevemiyordum. Her sabah birkaç damla su verebileceğim konusunda bile güvenmiyordum kendime. Fakat cesaret konusunda da haklıydı. Meselenin garip tarafıysa beni benden daha iyi tanıyor gibi bir halinin oluşuydu. Evet cesaret damarıma basıldığında düşünmeden karşısına çıkıyordum korktuğum her şeyin.
Duygularımı bile benden iyi kontrol ediyordu sanki, bir çiçek almalıydım hemen. Bencilliğimle mücadele edercesine bakmalıydım ona. Bu isteğim biraz sakinleştiğinde çiçeği nasıl seveceğimi düşünmeye başladım. Resmen bir çiçeği sevmek için sebep arıyordum. Aklıma görüntüsü için sevebileceğim hiçbir çiçek gelmedi. O anda birkaç dakika önce kurduğu cümleyi hatırladım:
-Çiçeklerin kokusunu.
Evet ben de çiçeklerin kokusunu seviyordum. Beni sürüklediği bu düşünce silsilesinin verdiği şaşkınlık ve hayranlıkla ona doğru döndüm. Gözleri hala gölün üzerindeki kuğulardaydı. Konuşmaya başlayıp bir şeyler söylememe fırsat dahi vermeden, biraz sonra ellerini tutmama sebep olacak o cümleyi kurdu:
-Biliyorum. Ben de seni seviyorum.
Sahilde çekirdek satan adamı gözüm hiç tutmadı bugün,
Kuşlar da çok temkinsiz uçuyordu hem,
Çay getiren çocuğun yılgınlığı da çayın tadını kaçırdı üstüne,
Sen de uzaktaydın zaten.
Keyfim kaçmaya meyilli epeydir,
Zaten, biliyorsun işte, uzaktasın sen de,
Şarkılar da, şarkılar da kötü, tahmin edeceğin üzere,
Bir de kötü söylüyorlar Allah’ın belaları.
Vaktim yok sensiz kalacak kadar,
Sen de biliyorsun çok güzel gökyüzü,
Tabii bir de ellerin ve saçların, bir de gözlerin,
Hayır merak etme sakın,
Bunları gökyüzündeki bir kuş olarak yazıyorum.
“Çiçekleri mi daha çok seviyorsun yoksa kokularını mı?” dedi. İlk başta çok da anlam veremediğim sorusunu “Genel olarak çiçekleri sevmem pek” diyerek geçiştirmeye çalıştım. “Ben kokularını seviyorum galiba” dedi, sorusuyla ilgilenmediğime aldırmadan. O an aklıma gelen ilk şey, insanların bu tip sorular sormasına sebep olan şeyin kendi fikirlerini beyan etmek olduğuydu. İç sesimi duymadığından, konuşmaya devam etti. Ve kendine kızmaya başladı bu enteresan yaklaşıma sahip sevgisi yüzünden. Ona göre, çiçeği değil de kokusunu seven insanlar, hayatı yaşayanlar değil zamanı tüketenlerdi. Bu yaklaşımı ilgimi çekmişti aslında. Böyle düşünmesine rağmen neden özneyi değil de özneye ait bir özelliği sevdiğini sordum. “Bilmem, elimde değil sanırım” dedi. Haksız da değildi aslına bakılırsa. Uzun zamandır kafamı kurcalayan “hayatı ıskalamak” fikrine doğru gidiyordu düşünceleri. Kendim dahi bu meseleyi tam olarak çözemediğimden, düşünce akışını bozmamak adına sözüne devam etmesi için biraz daha dikkatle dinlemeye başladım söylediklerini.
Gözlerini gölün üzerinde dans edercesine yüzen kuğulardan ayırmadı. Aslına bakılırsa benim onu dinleyip dinlemediğimi de pek umursuyor gibi bir hali yoktu. Yerimde kim olsa bu cümleleri kuracak kadar yoğun bir düşünce hali içindeydi. Fakat az önceki umarsız duruştan vazgeçtiğimi fark etmiş olacak ki, intikam alırcasına bir süre sessiz kaldı. Konuşmaya teşvik etmek için bir şeyi sevip sevmesinin nasıl kendisinin elinde olmadığı gibi saçma bir soru sordum. O da sorunun ne kadar yersiz olduğunun farkında olacak ki, “Yapma lütfen, bir şeyleri sevmeyi nasıl kontrol edebilirsin” diyerek haklı bir cevap verdi. Haklıydı elbette, fakat ben de zaten tartışmak için değil, konuşmasına devam etmesi için onu tetiklemeye çalışıyordum. Başarılı da oldum.
Hayatı çözümlerken basiti karmaşıklaştıran ve daha sonra da bu karmaşadan basit sonuçlar çıkaran bir düşünce yapısı vardı. Çiçekler ve kokuları üzerine oturttuğu bu zamanı tüketme anlayışından çıkaracağı basit sonuca doğru ilerleyerek devam etti konuşmasına; “Yani düşünsene, bir bahçede dolaşırken veya çok güzel bir manzaraya bakarken içimizde oluşan o sevgi aslında tek tek her bir çiçeğe yönelik olmadı hiçbir zaman. Mesela evinde tek bir çiçek büyütüp ona isim veren insanlara hayranlık besledim ben her zaman. Onlar besledikleri bir şeye sevgi duyarken, biz genelde o çiçeklerin ortaya çıkardığı durumu sevdik. Sahte demek doğru değil ama çok da samimi değildi o durumu ortaya çıkaran çiçeklere karşı duyduğumuz sevgi.”
Artık konuşmanın seyrine katkıda bulunmam gerektiğini hissederek, “Ama o bir tek çiçeği besleyen insanlar genelde mutsuzluğu alışkanlık haline getirdiklerinden küçük şeylerde sevgi arayan insanlar değiller mi?” dedim. Kurduğum cümledeki hata payını bilmeme rağmen vereceği cevabı çok merak ediyordum. Ve verdiği cevapla da duyduğum meraktaki haklılığımı kanıtladı aslına bakılırsa. “Belki de gerçek sevginin temeli buna dayanıyordur, hatta belki acı çekmeden olgun bir sevgiyi yetiştirmek mümkün değildir” dedi.
“O zaman çiçek mi yetiştirmeliyiz yani?” diyerek hafifçe güldüm.
Yüzündeki ifadesizlik daha da katılaşarak bana doğru döndü ve “Hayır… Yani evet, istersen bir çiçek de yetiştirebilirsin ama asıl yapman gereken şey bir şeyleri sevmek” dedi. “Ne yani öylece sevmeli miyim?” diye sordum, “Yeterince acı çektiysen…” deyip bir an durakladı ve devam etti: “Evet, sevmelisin.”
Cümlelerini kurarken takındığı hafif küstahlık canımı sıktığından, sorulabilecek tek şeyi sordum, “Yeterince acı çektiysen eğer, sen neyi seviyorsun?”
Yüzünü tekrar göldeki kuğulara çevirdi ve tekrar konuşmaya başladı;
“Çiçeklerin kokusunu”.
Şeytan sessizce uyuyordu o gece,
Ve ben meleklere mağlup oldum.
Bir ruh vardı karanlığa saklanmış,
Sokaklar kadar esirdi korkaklığa.
Bir küçük taş tıkamıştı kum saatini,
Veyahut paramparça olmuştu camları,
Kum, zaman ve insan dağılmıştı her tarafa.
Yaşam kadar kesin ve ölüm kadar keskindi sessizlik.
Söylenecek her kelime hafifti o an,
Ve gereksizdi sırf bu yüzden konuşmak.
Ağlamak lazımdı artık hayatta kalmak için,
Fakat yağmura teslimdi zaten gökyüzü ve kaldırımlar.
İnsan, yenilmişti o akşam tüm güzel duygulara,
Bir ihtilal yaşamıştı bulutlar ve saklanan kuşlar,
Bir tek biz anlamamıştık her şeyin değiştiğini.
Çok sevdiğiniz bir şair var sizin. Ben o adamı hiç sevemedim. Çok mutluydu, belki sırf bu yüzdendir.
***
Vakti gelmeyen bir güneş doğuyor bugün. Mecburen öğrendiğim şeylere bir yenisi eklendi bu sabah. Eğer bir şey istendiği gibi olmuyorsa, ortada öğrenilmesi ve ne yazık ki mecburen de olsa kabullenilmesi gereken bir şey de vardır. Varmış…
Bana kalsa, bu gece sokakları terk etmemeliydi karanlık. Haftalarca, aylarca sürmeliydi sükunet. Merdivenler tozlanmalıydı, insanlar ya kısık sesle konuşmalıydı ya da hiç konuşmamalıydı. Geceye yakışır bir gece sürüp gitmeliydi. Fakat hep olduğu gibi oldu. Ve güneş doğdu. Belki temel yanılgım da budur; güneşin doğan bir şey olduğunu zannetmek.
Her neyse, konumuz bu değil. Güneşin görünmeye başlamamasını ümit etmek bir bakıma saflıktır muhakkak, fakat ümit etmeden sadece istemek, yalnızca geceyi sevmektir. Buradan çıkacak bir ders var belli ki, fakat ben başka bir şeyin peşindeyim.
Mutluluğun ne olduğunu düşündüm çok kere. Nasıl mutlu olunabileceğini, ancak bu düşüncelerin getirdiği sorulara cevap verebilirsem anlarım zannettim. Halbuki bu sandığımdan daha girift bir cevaba sahipmiş, her şey gibi. Mutluluğun ve nasıl mutlu olunduğunun bir biriyle iç içe geçmiş tek bir yanıtı varmış.
Mutluluk denen şey belki yalnızca anlık bir durumken, mutlu insan yalnızca mutlu olma hevesi taşıyan insanmış. Ve bu çabanın haklı ödülüymüş mutluluk. Her şey tepetaklak olduğunda bu sayede vazgeçmiyormuş insanlar. Her şeyin paramparça olacağını bilmelerine rağmen sırf bu yüzden ve bu sayede terk etmiyorlarmış hayatı, felaketi beklerken.
İrdelenmesi halinde anlaşılan, son derece basit birer seçimmiş yani, çoğu şey. Çoğu şeyden geriye kalanlarsa, gündüzden ve geceden fazlası değil.
Pek de büyük olmayan bu aydınlanma, mutlu olma hevesini, bana gözleriyle, hem de farkında bile olmadan anlatan bir insanın dersidir. Ve elbet uykusuz geçen bir gecenin.
Geceyi uyandıran şarkılar dolandı dilime.
Yalnız birkaç seçilmiş biliyor sözlerini,
Ben, birkaç baykuş ve birkaç serseri,
Aralarında bir tek ben özlüyorum seni.
Bugün yine yağmur yağdı, haliyle yine aklıma sen geldin. Mesela bugün hiç aklımdan çıkmadın sen. Bugün senin dönmen için yağdı yağmur.
Kuşlar sen uzaklardan vazgeç diye uçtu havada. Otobüs şoförleri sabah sen belki bana gelmek istersin diye erkenden kalktı. Dünya bile seni bana biraz daha yakın etmek için döndü.
Bugün kaldırımları yağmur kapladı, toprak suya doydu, ben sana sarılamadım.
Bugün ben seni bekledim. Kokunu duyarım belki diye hasta olmamaya gayret ettim ben bugün.
Küçük bir çocuğa seni anlattım, beni yaşıtı zannetti söylediklerim yüzünden.
Bugün sokakta yürüdüm tek başıma, “ah” dedim “keşke yan yana yürüseydik şimdi”.
Bugün arkadaşımla oturdum. Aşık olduğunu söyledi oturur oturmaz, sen geldin aklıma, dinler gibi yaptım çocuğu ama hep seni düşündüm içimden. Bir şey de diyemedim işin kötüsü, baktım suratına boş boş.
Radyoda bir şarkı çaldı bugün, “tam senin seveceğin bir şey bu” dedim, dedim demesine ama aptal aşıklar gibi sana dinletemedim telefonda.
Bugün yağmur yağdı. Ağaçlar ıslandı, sen gelene kadar beklesinler dedim yeşermek için.
Bugün sen gelmedin ama ben epeyce bekledim. Sen bilmezsin, ben, dün de seni bekledim. Yarın yağmur yağmaz kuvvetle muhtemel, olsun ben yine de beklerim. Biraz yağmayacak yağmuru beklerim, e haliyle yine epeyce seni beklerim.
Bana bir hikaye anlat çocuk,
Sabahın geceyi yendiği.
Gözlerim kamaşsın sözlerinden.
Gecenin tutukluğu, çizgi çizgi kaybolsun uzakta.
Bana bir yer anlat çocuk,
Gecenin henüz bittiği.
Uykularım kaçsın yeşilliğinden.
Kuşlar uçamaz olsun senin güneşinin altında.
Bana o aşkı anlat çocuk,
Şeytanın insana yenildiği.
Denizler kurusun alevinden.
Mecnun ağlasın hikayene, düştüğü yollarda.
Bana öldüğüm günü anlat çocuk.
Hani nefesimin ciğerimde biriktiği,
Bahset, şeytanın boğazımı pençelediğinden.
Vaktim çok az çocuk, anlat ki, senin hikayen kalsın kulaklarımda.
Yağmur yağıyordu. Yine… Elimde büyükçe bir şemsiyeyle yürüyordum gecenin bir yarısı. Yağmur taneleri kaldırıma, düşünceler de beynime düşüyordu aynı hızla. Düşünmek için yağmura ihtiyacım var gibi hissediyorum. Ya da yalnız yağmur yağdığında, yalnız kalabiliyorum düşünmek için.
***
Ben bekleyemeyeceğim galiba seni. Sen mi gelmeyeceksin yoksa benim mi dirayetim kalmadı bilmiyorum. Belki ikisi birden. Mesele de bu zaten. Gitmek ne zor senden. Kaçtığım tüm sokaklar seninle dolu. Yolu meçhule düşmüş mecnunun çaresizliği var adımlarımda. Yakınlarımda sen yokken böylesine, elimi attığım her düşünce sensizlikle kaplanmış. Yıpranmış sevgiler birikti yüreğimde.
Yağmur, yalnızlık ihtiva eder benim kaldırımlarımda. Yokluğunun beslediği ağaçların yaprakları kapatıyor yolumu. Dökülen yapraklar bir umut olabiliyor bazen.
Sonbaharı bekledim ben sensizlikle çevrili ilkbahardan sonra. Güneşe küsmüştüm senden çok önce. Sen güneşe benziyordun o gece. O gece ben gitmemeliydim yanından, sense hiç gelmemeliydin oraya. Karanlığa alışmış gözler bir gece yarısı tanışmamalıydı gözlerinle, ve gülüşünle, ve saçlarınla. Saçlarınla kamaşmamalıydı gözlerim, efsunlu sesini duymamalıydım hiçbir zaman. Sesin ne güzeldi senin. Varlığından habersizken kalemim, satırlar birden bire sesinle doldu. Yoktu aklımda bir küçük ücra köşe bile, sesinin yankılanmadığı.
Eskiden çok güzel sonlar yazardım ben hikayelerime. Fakat hayattan mütevellit olsa gerek hikayelerim de üç noktayla biter oldu artık. Büyüsünden korktuğum iki kelimelik cümle bir tarafa, cümleye başlamak bile mümkün olmadı bana.
Seni…
Sevdim. Ama söyleyemedim.