Hemşirenin anlatmaya çalıştığı şeyler üzerine telaşlanan annesi, bu kez sabah otobüsüne işe gitmek için değil hastaneye gitmek için binmişti. Hastaneye vardığında kızı tekrar uyumaya başlamıştı. Kızının baş ucunda beklediği saatlerden sonra doktor onu yanına çağırmış ve artık geleceğine pek de ihtimal vermedikleri o umut ateşini yakan haberi vermişti. Kızı iyileşmeye başlamıştı.
***
Geçen aylarla birlikte hastalığı tamamen terk etmişti vücudunu. İyileşmeye başlayan bedenine rağmen eski ruh haline dönemiyordu bir türlü. O geceden bu yana, şaşmadan her gece, rüyasında zifiri bir karanlığın ortasında o iki kelimeyi söylüyordu birisi ona, “Bugün ölmeyeceksin.”
Diğer yandansa, hastalığı süresince ölüm fikrine öylesine alıştırmıştı ki kendisini, bu duygu her zerresine işlemişti artık. Daha durağandı hareketleri. Önceleri safça bir merakla hareketsiz kalamayan gözleri, artık uzun uzun bakmak üzere bir şeyler arıyordu sürekli. Mezara girmiş ve çıkmış gibiydi o. Toprağın tüm soğukluğunu ve kayıtsız kabulünü tatmıştı. Yeterliydi de bu, bir insanın kişiliğini kökten bir biçimde değiştirmeye.
Annesiyse başlarda kızının gördüğü rüyalardan endişelenmişti fakat daha sonra hastalığının onda bıraktığı bir iz olarak kabul etmiş ve çok da önemsememeye başlamıştı.
Hastalığı tamamen geçmiş olmasına rağmen, o hastanede tanıştığı küçük arkadaşını neredeyse her gün ziyaret ediyordu. Neşesinin bir nebze de olsa yerine geldiği nadir zamanlar da onun yanında olduğu vakitlere denk geliyordu. Aralarındaki bu kuvvetli bağın en önemli sebebi başkalarının onları anlayamıyor oluşuydu belli ki. Birisi hala ölümle burun buruna olan ve üstüne üstlük her geçen gün nihai sona biraz daha yaklaşan küçücük bir kız, diğeriyse ölümle yüzleşmeye bu kadar hazırken yaşamaya devam etmesi söylenen ve gördüğü rüyalara küçük arkadaşından başka kimseyi inandıramayan bir kızdı.
Mütemadiyen gördüğü rüyaları sakince karşılamayı öğrenmişti artık. Küçük arkadaşından başka kimseyle de paylaşmıyordu zaten. İşin garip yanıysa, ölüm duygusunu bu kadar benimsemiş olmasına rağmen, her gece karanlıklardan zihnine fısıldanan “Bugün ölmeyeceksin” cümlesine inanıyordu da. Her sabah çok da arzu etmediği bir kendinden eminlikle çıkıyordu sokağa. Belki doğru belki de yanlış fakat ölmeyeceğine inanıyordu.
Onunla ilgili en acımasız şey, acının bile rutinleşmesine izin vermeyen bir hayatı oluşuydu. Onu bazen daha derine bazense daha sığ sulara çeken bir şeyler daima çıkıyordu. Daha genç sayılabilecek yaşına rağmen atlattığı şeyler karşısında artık gözlerini kapatıp daha derinde mi yoksa daha sığ bir suda mı olduğunu sorgulamaktan vazgeçmişti. Çırpınmadan ve kaçmaya çalışmadan götürüldüğü istikamete boyun eğiyordu.
Bir sabah tüm bu alıştığı gariplikler de alt üst olabilmeyi başarmıştı. Uzun süredir sakince karşıladığı, iki kelimeden inşa rüyası bir kelime daha eklemişti kendisine o gece. Ve bu kez karanlıkta değil, sonuna kadar parlak ve beyaz bir sonsuzlukta, korkuyla uyanmasına sebep olan o üç kelimeyi duymuştu, “Bugün, sen ölmeyeceksin”.
Terler içinde kaldırmıştı başını yastığından. Bu kez annesine haber bile vermeden küçük arkadaşının yanına gitmek üzere çıkmıştı evden. Yanına vardığında bembeyaz yüzüne ancak bu kadar yakışabilecek bir gülümsemeyle bekliyordu küçük kız. Kendisini toparlamaya çalışarak oturmuştu yanına. Gördüğü rüyayı anlatmak istemiyordu bu kez. Saatlerce oturdular yan yana. Küçük kız uyumak için bile olsa gözlerini her kapattığında, ölümden daha derin bir korku kaplıyordu onu. “Ölmek, ölüme şahit olmaktan daha mı kolaydı?” küçük kızın öldüğünü sanarak korkuya kapıldığı anlarda bu fikir aklına yerleşiyor ve bir türlü zihnini terk etmiyordu.
Geçen saatlerin sonunda hava kararmaya başlarken, telefonu çalmıştı birden bire. Odadaki sessizliği hafifçe bozan yaprak sesleri bir anda susmuştu sanki. Telefonu açtığında, duyduğu ses ise annesine değil tanımadığı bir adama aitti.