fotoğraflar

Bu kabalık gerçekleri kim, nereden getirdi efendim? Nihayetinde, biz kaybolduk gerçeklerin arasında. Herkese en az birkaç gerçek rast geldi. Bir gerçek kollarımızdan tuttu, bir gerçek gözlerimizi bağladı, başka bir tanesi boğazımıza yapıştı.

***

Zamanın öncesinin ve sonrasının arasına sıkıştırdığımız ‘an’lardan teşkil ediyoruz hayatı. Her an, bir diğerinin peşinden geliyor. Çoğalıyorlar, her an çoğalıyorlar ve karmaşıklaşıyorlar. Zaman durdurulup, bakılamıyor ne geriye ne de ileriye. Hilelere izin vermiyor bu karmaşıklık. Bir küçük parçayı çekip çıkarmaya çalışıyor insan, geride bıraktığı anlardan; altüst oluyor her şey.

Birileri doğuyor, birileri yaşıyor, başka birileriyse ölüyor. Birileri ölümden korkuyor, birileri yaşamayı seviyor; hatta kimileri ölmeyi, kimileri de yaşamayı bekliyor. İnsan sabırla ölmeyi bekler mi hiç? Bekliyor.

Bir fotoğraf çekiyor birileri, bir ‘an’ı, an olmaktan kurtarmak için. An kurtuluyor kurtulmasına fakat hayat, bu hileyi de cezasız bırakmıyor. O fotoğrafa -ki o fotoğraf zamana karışmayı öyle veya böyle başarmıştır- sıkışmış küçücük an, daha en baştan cezalandırıyor insanı. Yıllar geçiyor, eskiyor bir köşede o fotoğraf ve tekrar çıkıyor ortaya bir şekilde. Fotoğraf yaşıyor, fotoğraf yaşlanıyor belki de ve fakat insanlar ölüyor. Fotoğraflar ölmüyor efendim. Bir köşede bekliyorlar ama ölmüyorlar.

buğday tarlasında bir sabah

Kimse koskoca fili görmüyordu. Oradaydı, oradaydı işte, bir yerlerde. Ama yine de kimse bilmiyordu nerede olduğunu. Biz de görmüyorduk. Ben biliyordum, o biliyordu. Ama görmüyorduk.

***

Dengemiz bozuluyordu ağladıkça,
Ağlamak için söylüyorduk şarkıları,
Ve toprak ağırlaşıyordu biz ağladıkça,
Biliyorsun,
Buğday tarlasında bir sabah,
Tek başıma uyanmıştım ben,
O zaman da ağlamıştım.
Buğday tarlasında bir sabah,
Bir adam vardı oradan geçen,
Yoksulluk yapışmıştı adamın ayaklarına.
Ağlamıyordu adam, gülmüyordu da,
Sessizce yürüyordu, sen de hatırlarsın.
Adam sessizce yürüyordu,
Korkuyorduk,
Buğday taneleri ve ben,
Hepimiz korkuyorduk,
Adam korkmuyordu ve adam beni görmüyordu.
Sadece buğdayları görüyordu adam.
Adam gidiyordu, ben duruyordum.
Adam kayboluyordu, ben düşüyordum.
Buğdaylar duruyordu öylece.
Sonra?
Sonra, yani ellerim toprağa değdiği zaman,
Ve bir de sabah olduysa tamam,
Düğümler çözülmez artık,
Tekrar gece olmadan.

sesler

Yan taraftan gelen ve anlaşılması hala mümkün olmayan müzik devam ediyordu. Ve bununla birlikte aklımda başlı başına bir cümle dolaşıyordu. Nereden geldiğini anlamadığım ve/veya anlamlandıramadığım. Menşeini çözememenin verdiği gurur kırıklığı bir tarafa devamını da getiremiyordum. İyi ve acı ihtimalle düğümlenen kelimeler, uzak bile değillerdi. Yoktular. Kelimelerim yoktu sanki. Olmayan kelimelerden aidiyetle bahsetmek kadar komik bir şekilde yoktular hem de.

Sanırım benim satırlarımın hayatta kalma yöntemi de bu. Daha önce varmadığı sapaklarda yolunu kaybederek varıyor bir yerlere veya bir istikamete varmadan, yollarda kaybolmuş kelimeler olarak zayiat addediyor kendini. Kelimeler ve aidiyet… Bir aldanış var sanırım burada. Duyduğum her yeni anlamla tekrar düştüğüm şaşkınlık; yani kelimelerin sayısındaki o korkutucu fazlalık. Oysa çok fazla insan var. Nasıl olur da yan yana getirdiğim kelimeleri sahiplenip, kelimelerim diyebilirim? Yoksa birbirine benzeyen binlerce kâğıdın her biri benim olmadığı gibi, her geçen saniye kirletmeye devam ettiğim bu kâğıt gibi, kullandığım her kelimeyi de sahiplenerek mi kirletiyorum? Kelimelere ve kirlenmiş kelimelerime soruyorum o halde, “Ne ve nereden geliyor bu ses?”

sarabande-2

Hemşirenin anlatmaya çalıştığı şeyler üzerine telaşlanan annesi, bu kez sabah otobüsüne işe gitmek için değil hastaneye gitmek için binmişti. Hastaneye vardığında kızı tekrar uyumaya başlamıştı. Kızının baş ucunda beklediği saatlerden sonra doktor onu yanına çağırmış ve artık geleceğine pek de ihtimal vermedikleri o umut ateşini yakan haberi vermişti. Kızı iyileşmeye başlamıştı.

***

Geçen aylarla birlikte hastalığı tamamen terk etmişti vücudunu. İyileşmeye başlayan bedenine rağmen eski ruh haline dönemiyordu bir türlü. O geceden bu yana, şaşmadan her gece, rüyasında zifiri bir karanlığın ortasında o iki kelimeyi söylüyordu birisi ona, “Bugün ölmeyeceksin.”

Diğer yandansa, hastalığı süresince ölüm fikrine öylesine alıştırmıştı ki kendisini, bu duygu her zerresine işlemişti artık. Daha durağandı hareketleri. Önceleri safça bir merakla hareketsiz kalamayan gözleri, artık uzun uzun bakmak üzere bir şeyler arıyordu sürekli. Mezara girmiş ve çıkmış gibiydi o. Toprağın tüm soğukluğunu ve kayıtsız kabulünü tatmıştı. Yeterliydi de bu, bir insanın kişiliğini kökten bir biçimde değiştirmeye.

Annesiyse başlarda kızının gördüğü rüyalardan endişelenmişti fakat daha sonra hastalığının onda bıraktığı bir iz olarak kabul etmiş ve çok da önemsememeye başlamıştı.

Hastalığı tamamen geçmiş olmasına rağmen, o hastanede tanıştığı küçük arkadaşını neredeyse her gün ziyaret ediyordu. Neşesinin bir nebze de olsa yerine geldiği nadir zamanlar da onun yanında olduğu vakitlere denk geliyordu. Aralarındaki bu kuvvetli bağın en önemli sebebi başkalarının onları anlayamıyor oluşuydu belli ki. Birisi hala ölümle burun buruna olan ve üstüne üstlük her geçen gün nihai sona biraz daha yaklaşan küçücük bir kız, diğeriyse ölümle yüzleşmeye bu kadar hazırken yaşamaya devam etmesi söylenen ve gördüğü rüyalara küçük arkadaşından başka kimseyi inandıramayan bir kızdı.

Mütemadiyen gördüğü rüyaları sakince karşılamayı öğrenmişti artık. Küçük arkadaşından başka kimseyle de paylaşmıyordu zaten. İşin garip yanıysa, ölüm duygusunu bu kadar benimsemiş olmasına rağmen, her gece karanlıklardan zihnine fısıldanan “Bugün ölmeyeceksin” cümlesine inanıyordu da. Her sabah çok da arzu etmediği bir kendinden eminlikle çıkıyordu sokağa. Belki doğru belki de yanlış fakat ölmeyeceğine inanıyordu.

Onunla ilgili en acımasız şey, acının bile rutinleşmesine izin vermeyen bir hayatı oluşuydu. Onu bazen daha derine bazense daha sığ sulara çeken bir şeyler daima çıkıyordu. Daha genç sayılabilecek yaşına rağmen atlattığı şeyler karşısında artık gözlerini kapatıp daha derinde mi yoksa daha sığ bir suda mı olduğunu sorgulamaktan vazgeçmişti. Çırpınmadan ve kaçmaya çalışmadan götürüldüğü istikamete boyun eğiyordu.

Bir sabah tüm bu alıştığı gariplikler de alt üst olabilmeyi başarmıştı. Uzun süredir sakince karşıladığı, iki kelimeden inşa rüyası bir kelime daha eklemişti kendisine o gece. Ve bu kez karanlıkta değil, sonuna kadar parlak ve beyaz bir sonsuzlukta, korkuyla uyanmasına sebep olan o üç kelimeyi duymuştu, “Bugün, sen ölmeyeceksin”.

Terler içinde kaldırmıştı başını yastığından. Bu kez annesine haber bile vermeden küçük arkadaşının yanına gitmek üzere çıkmıştı evden. Yanına vardığında bembeyaz yüzüne ancak bu kadar yakışabilecek bir gülümsemeyle bekliyordu küçük kız. Kendisini toparlamaya çalışarak oturmuştu yanına. Gördüğü rüyayı anlatmak istemiyordu bu kez. Saatlerce oturdular yan yana. Küçük kız uyumak için bile olsa gözlerini her kapattığında, ölümden daha derin bir korku kaplıyordu onu. “Ölmek, ölüme şahit olmaktan daha mı kolaydı?” küçük kızın öldüğünü sanarak korkuya kapıldığı anlarda bu fikir aklına yerleşiyor ve bir türlü zihnini terk etmiyordu.

Geçen saatlerin sonunda hava kararmaya başlarken, telefonu çalmıştı birden bire. Odadaki sessizliği hafifçe bozan yaprak sesleri bir anda susmuştu sanki. Telefonu açtığında, duyduğu ses ise annesine değil tanımadığı bir adama aitti.

siyah

Muhakkak yalnız değildir gecenin sevdalıları. Fakat bu sevdanın düşkünlerini keskin bir çizgi ayırır, kimileri sabahı arar gecede veyahut gündüzden kaçar, kimiyse kendini bulur karanlıklarda. Aramadan, seslenmeden bulur. Her sokakta, her ışığın altında, karanlıktan önce kendine dokunur onlar. Siyaha saklanmazlar asla, siyahta kaybolur, geceyle karışırlar. Adımları sessiz, sesleri eksik, eksikleri adı olmayan kayıp…

ipler ve uçları

Doğrudur, ben de ayıramadım mürekkebi kağıttan. Fakat kibir denizine düştüğünde birdenbire bulanıklaştı kelimeler. Yine de kopmadı mürekkep kağıttan.

Doğru soruları soramamış olmamız, bulamadığımız cevapların noksanlık sebebi oluyor bazen. Önceler ve sonralar…

***

Gece karanlığında ve kapladığında kar her tarafı, bir başka sessizlik oluyor sanki. Hani kimseler yokken bile etrafta, yine de fark etmediği bir ses duyar ya insan sokakta, o sesin varlığını öyle zamanlarda anlar. Gece karanlığında ve kapladığında kar her tarafı…

Bugün öyle bir gün değildi. Gece karanlığıydı ve fakat her taraf karla kaplanmamıştı. Ve adamın biri, sessizlikte boğulmaya razıyken, korkuları ve şüpheleri doldurup ciğerine, dalamadı uykuya.

Ne kadar fazla karanlık vardı orada. Gecenin karanlığı yetmez gibi, perdeler de zayıf ayışığını sokmuyordu içeri. Perdesiz ve penceresiz bir sokağı hayal etmeliydi insan bazen. Böyle bir hayal için gözlerini kapatıyordu aynı insan, acımasız ve hatta vefasız bir karanlık daha ekleniyordu.

Kader bir ip gibi duruyorken masanın üzerinde, düzensiz, orantısız fakat birbirinin devamı olan bir sürü parçaya bölüyordu birileri. Dokunsa buluyordu o adam ipleri ve uçlarını. Belki de yarım yamalak… Fakat öyle bir karanlık çökmüştü ki üstüne, amaçsız düğümler atıyordu arka arkaya.

Sabah olacaktı. Olmalıydı.

güneş

Gecede hükmüm yoktur benim,
Şafak sökmez odamda.
Zihnim derin, perdelerim kalın.
Yağmura doymuş toprağım,
Ama düşmemiş üstüme,
Tatlı serin gölgesi baharın.

Ve fakat,
Sabah oluyor şimdi;
Olsun.
Sabah benimse, güneş senindir.
Yağmur gibi bir bahar geliyor;
Ve bir ağacın kökleri sarıyor,
Toprağımı damar damar.
Sarsın.
Toprak benimse, gökyüzü senindir.

tesir

Yalnız başarmak söz konusu. Zaten tarih dediğin bizatihi başaranların hikayelerinden ibaret. Yani aslına bakarsak, kimse çabalayanları umursamıyor. Hem hayat, çok da alışılmaması gereken bir şey. Alışsan ne mi olur? Belli olmaz belki biraz daha mutlu olursun.

***

Sesim iyiden iyiye yorgunluğumu gösteriyordu artık. Fakat bu yorgunluğun, düşüncelerimden mi yoksa kendini sabaha teslim edecek karanlıktan mı kaynaklandığını bilmiyordum. Bir süre sessizce masadaki bardağa bakmaya devam ettim.

“Galiba toparlayabildim az önce anlatmaya çalıştığım şeyleri.” dedi, olgun fakat tedirgin bir öz güvenle. Gerçekten konuşacak takatim kalmamıştı artık. Yarısı dolu bardağı elime alıp onu dinlemeye başladım.

“Kelimeler  üzerinde fazla düşünüyoruz sanırım. Tamam. Elbette her kelime bir iz bırakır.” Tam o anda içimden “Muhakkak” dedim, fakat bir ses olarak havada karşılık bulmadı. Konuşmaya devam ediyordu, “Fakat sevgili dostum, boş versene tüm bunları. Gördüğüm kadarıyla melekler bizi pek de hakkıyla koruyamıyor. Haliyle geriye kalanların hepsi şeytanın oyunları.” Aniden sözünü bölerek, “Ne yani?” dedim, “İrademizin hiç mi günahı yok?” Sorduğum soruyu beklediğini gösteriyordu yüzündeki ifade, fakat yine de bir an duraksadıktan sonra, biraz daha acıyan bir ses tonuyla devam etti, “Var elbet. Ne yazık ki var. Fakat daha önce sen de hissetmedin mi? Bütün bir ömrünü günahlarını yerine getirmek için yetiştirilmiş, kurbanlık bir koyun gibiydin.” Bir bakıma haklıydı söylediklerinde. Ama yine de gözden kaçırdığı bir şey vardı. “Doğru. Bunu ve daha fazlasını hissettim.” dedim.

Gökyüzüne baktığımda güzel bir manzarayı görmeden önce evrendeki varlığımın küçüklüğüyle her seferinde dehşete düşen biri olarak, gerçekten de düşünmüştüm söylediği şeyi. Benim yerimde olan bir insan tam olarak benim yaşadığım hayatı yaşar, benim hatalarımı ve benim doğrularımı tekrarlardı, kaderi teyit edercesine. Fakat bu iradeden uzak gibi görünen hayat çizgisindeki şifrenin cevabını verecek soruyu keşfetmiştim, “Ben neden bendim?” Henüz aklımla cevap verme kabiliyetine varamadığım bu soru, varlığımdan,  yok olma istikametime kadar tüm bilinmezlere cevap verdirecek kilit soruydu. Bu düşünceleri sessizce tamamladıktan sonra tekrar ona döndüm. Sanırım şimdi soru sorma sırası bendeydi, “Günahlarımızın sorumluluğunu, onları gururla taşıyacak olan şeytanın sırtına yüklemeye heveslenecek kadar mı korkuyorsun Cehennem’den?” Sorduğum soru, sanki bir hakaret barındırıyormuş gibi bir ses tonuyla, “Nasıl yani?” dedi.

Olaya çift taraflı yaklaşmak zorunda kalacaktım, düşündüklerimi anlatabilmek için, “Yani düşünsene…” dedim, “Hayattaki doğrularımızdan meleklere bir pay vermek yerine, bir gurur nişanesi gibi irademizi parlatıyoruz. Fakat iş günahlara geldiğinde, ya şeytanın oyuncağı kabul ediyoruz kendimizi ya da kader rolünün bir oyuncusu. Buradaki iki yüzlülükte suçlu kim?”

“Haksız değilsin.” dedi, -Zaten “Haklısın” demek her zaman  için zor olmuştur.- “Fakat böyle bile olsa, kader varken, irademizin yargılanması ne kadar adil?”

İş yine dönüp dolaşıp, “Ben neden benim?” sorusuna ulaşmıştı. “Bilmiyorum.” dedim, “Ama sanırım iradeler değil, ruhlar hesaba çekilecek.”

çocukluğum

Seni bulduğum gemiye,
Beni bulmak niyetiyle
Kaçak ve gizlice binmiş
Kaybettiğim çocukluğum.

Haliyle,
Ben şimdi aşık;
Yüreğimdeyse,
Seni seven bir çocuk.
Ellerin,
Görebileceğim bir yerde dursun.
Yoksa tedirgin oluyor,
Yüreğimdeki o çocuk.

bilgeler ve istisnalar

Zamandan çalalım veya zamanımızdan çalınsın, biz de o sırada bir meseleyi biraz açalım.

***

Hayal kırıklıkları, gayelerin anlamsızlığını keşfettikçe daha da büyüyen bir şey. “İnsan ne ile yaşar?” sorusuna cevap bulamayan sığ beynim, “İnsan ne için yaşar?” dendiğindeyse, felsefedeki bu tehlikeli insan sevgisinden korkar oluyor. Belki de felsefi yetersizliklerimdir bu söylediklerimin sebebi. Fakat siz söyleyin bana, bu sorulara vereceğiniz hangi cevap gerçekçi bir genelleme olabilir?

***

Yapmayın lütfen, istisnalar elbette kaideyi bozar. Hatta diyebilirim ki; kaideleri, daima istisnalar bozar.

Sevgili dostlarım, daha da güzeli şudur; dünyayı daha güzel bir yer yapan istisnalardır ve eğer güzel günler göreceksek, bu, istisnaların sayesinde olacaktır.

Fakat tüm bu umutlu güzelliğe rağmen insanın hiçbir duygusu doymak bilmiyor, sevgili dostlarım. İstisnalar sayesinde güzelleşmiş bir dünyayı bile daha güzel yapmaya çalışacak, içimizdeki bu doymak bilmez açlık. Ve o zaman tekrar istisnalar genelleşecek. Bundan çok önce de, “daha” güzel bir dünya hayaliyle gelmedik mi bu rezil halimize. Bizim bir şeyleri daha iyi yapma arzumuz, bizden sonrakilerin de berbat sabahlarda uyanmaya devam etmesine sebep olacak yalnız.

Öğrenmemiz gereken budur belki de, “Dünyayı olduğu gibi sevebilmek”. Fakat sevgili dostlarım, öyle bir hırs var ki içimizde, bırakın dünyayı olduğu gibi sevmeyi, biz bir insanı bile olduğu gibi sevebilmekten aciziz. İstisnalarımız mevcut elbette. Kanaatimce, yeryüzündeki gerçek bilgelik de budur, “Olanı sevdiğimiz hale getirmek yerine olanı yalnızca olduğu gibi sevebilmek”. Ve daha da önemlisi, bunu bir maharet olarak özümsememek. Benim için bir bilgenin alametidir bu, sevgili dostlarım.

Ve işin acı yanı; ben de bilgelik karşısında hırsıma yenik düşüyorum, “Sevilmeyi ‘daha’ fazla hakkeden birileri varsa, onlar bu insanlardır”.

sevda

Odama baharı sığdırdım ben. Yağan her damlayı, sevdama ekledim. Su toprağa karıştı, toprağı yüreğime sığdırdım. Önce köklerine sarıldım, sonra gölgene sığındım. Uzandı dalların, birden gökyüzüne dokundum. Dost oldum yıldızlarla, öğleden sonra gelirsin diye sabahlara kadar mutlu oldum.

Ben yağmurdum; yeşer diye yüreğimde, şimdi toprak oldum. Güzden sevmeyi, kıştan sabrı öğrendim. Ve gözlerinden, gözlerinden sevilmeyi öğrendim.

Yersiz yurtsuz bir adamdım ben, nefeslerini biriktiren gök kubbeye ‘evim’ demeyi öğrendim.