renkler-2

Kelimelere fazla anlam yüklemek lazım. Renklere mesela… Misal her şeyin bize özel bir rengi olsa güzel olurdu.

Derler ki, aslında hepimiz dünyayı farklı renklerde görüyor olabilirmişiz. Ama çocukluğumuzdan beri hepimiz denize mavi dediğimizden sen kırmızı olarak görsen bile, kırmızının rengi maviymiş senin için.

Demek istediğim, boş versek tüm kabullenişleri. Hem ozandan öğrendiğim kadarıyla her kabulleniş de bir ölümmüş.

Sessizce değiştirsek biz bütün dünyayı. Müziğin rengi gümüş olsa bize kim karşı çıkar ki?

Senin sesin de gümüş olsun. En güzel şarkının en güzel notası senin kadar güzel diyemem ben. Çünkü sen konuştuğunda gümüş gelir benim aklıma. Ve gümüşün ne kadar güzel olduğunu ben anlatmadan bilemez hiç kimse.

Anlamsız kılmayalım mı bütün öğretilenleri?

Zümrüt çok değerliymiş gibi davranıyor herkes. Sebebi de çok az insanın sahip olmasıymış hem de. Alçaklığa bakar mısın? Olsa ya, herkesin sahip olduğu bir şey en kıymetli. Sevgi olabilir bence. Neticede hepimiz zengin olmayacağız, o, kuralları bize sormadan yazılan dünyada. Ama hepimiz sevebiliriz. Hatta hepimiz severiz. Ben seni severim, başkaları başkalarını. Onların aşkı beyaz olsun benimki karanlık.

Hayır! Eğer zümrütü kıymetli yapan rengiyse eğer, bundan sonra bütün zümrütler senin gözlerinin renginde.

Boş versene gerçekleri artık.

Yağmuru çok severim ben. Sen de seviyorsan eğer yağmuru, yağmur kırmızı olsun bundan sonra. Yağmur yağdığında saçların geliyor aklıma. Bir kırmızı kaplıyor ki içimi, sorma.

Saçlarını gördüğümde yağmur gelmemişti hiç aklıma. Ne garip…

Yalanın rengi yeşil olsun, şu andan itibaren. Laf aramızda renk körlüğü var bende. Yeşili kırmızıya benzetiyorum ısrarla. Halimi düşünsene, en büyük günahlardan biri bile seni hatırlatıyor bana.

Değişiyorum ben, eskiyorum. Yaşlanıyorum. Renkler değişmiyor. Gözlerimi kapatıyorum, renkler kayıyor, siyah kaplıyor gözlerimi. Hayli karanlık aklımdaki düşünceler. Gece kapatıyor yollarımı. Gündüz bağlıyor kollarımı. Sana doğru koşmak istiyorum. Koşmanın rengi mavi olsun bu arada. Koşamıyorum. Gözlerim görmüyor kırmızıyı ama aklımdan çıkmıyor saçların. Ve gözlerin…

Sokaklarda ölür yağmur

Sokaklarda ölür yağmur.
Başlar ve biter tüm adımlar,
Kaldırımlarda.

Yağmur yalnızların dostuydu,
Yağmur kaldırımların aşkı…
İsyandı yağmur,
Bulutları ağlatan sessizliğe.
Bir yaz ayında,
Yağmuru beklemekti aşk.
Güneşe hapsolmuş mutluluktan kesilen umuttu yağmur.

söz

Ne gökte bir yer var bana ne yerde. Rüzgara kapılmış kar tanesi gibi. Sonsuzca savrulmak galiba kader dedikleri.

***

Dünyanın yalnızlığına benziyor insanlar. Yığınla yıldız ve gayesini anlamaya gücümün yetmeyeğeceği bir dönüş.

Bağımlısı olduğumuz nefesler… Bir müptela misali nefes alıyoruz. Yaşamak zorundayız. Yaşamak zorunday’mış’ız, öylesini öğrettiler çünkü. Niyetim erkenden pes etmek değil zaten. Tek anlaşmazlığım delirmişcesine hayata sarılmakla. Hayata ve anlamsız zevklere…

Bize verilen en büyük lütuf, en büyük zafiyetimiz oluyor zamanla. Nefes alırken kazandıklarımıza yeniliyoruz her an. Teslim oluyoruz sahip olduğumuz her şeye, teker teker. Çepeçevre sarıp etrafımızı insanlığımızı öldürüyorlar. Tertemiz bir bebek ve şerefsizce arzular. Mücrimce bekliyoruz bir taraftan, diğer taraftan korkuyoruz. En dehşet verici sanrımız yer yüzünde sahip olacaklarımızın bizi bir nebze daha bağlayacağı bu dünyaya. Ne sevdiğin insan öteliyor ölümü ne de sahip olduğun bir başka şey. Eskiler önce gidiyor ve sonra biz eskiyoruz. Yalnız eskiyoruz, ve yalnızca eskiyoruz aslında. Ve sevda… Uğrunda yaşanmaya değer, ki nihayetinde ölmeye değer.

Bir tek nefesten kıymetli tek hediyesi dünyanın. Bir nefeslik sevdalarımız var, ama yine de ölüyoruz. Sormuyorlar ve sormayacaklar da. Ölüyoruz ulan! Dünyayı içine çektiğin her nefeste sen de ölüyorsun. Seni beklemeyecek hayat, sonbaharı atlatamayan bir yaprak gibi yerlerde savrulacaksın sen de. Yorgun bir çöpçü gelip senin gibilerle birlikte bir küçük kovaya sığdıracak seni.

Ama öleceksin. O vakit kırık kalpler birleşmeyecek tekrar, sen öldüğünle kalacaksın. Kimse geri gelmen için bir çaba sarfetmeyecek, çünkü nafile kardeşim. Sen aptalca harcadığın nefeslere yanacaksın, ama o da nafile. Nefes bile alamayacaksın lan, toprağın altında boğulacaksın. Kimse dinlemeyecek seni, zaten sen de konuşamayacaksın. Ölümüne susacaksın bu kez. Kurduğun bütün aptalca cümlelere yanacaksın. Ne telafi edebileceksin, ne pişman olabileceksin. Anlamsızca ölüyoruz.

fotoğraf-2

Eski yıllardan bize kalan siyah beyaz fotoğraflar galiba. Eski binalardan hatırladığım pek bir şey yok mesela, zaten gri olan betonların, siyahla beyazın arasındaki sıkışmışlığını görebiliyorum yalnız. Eski insanlar dendiğinde, düzgün konuşan, rica eden insanlar farzedebiliyorum sadece. Aşka olan saygıdan, aşkı ağzına almayan sevdalılar vardır diyorum kendi kendime. Gri bir fotoğrafta yere düşmüş küçük bir mendil görüyorum gibi. Küçücük karelere sıkışmış bir geçmiş… Komik halbuki, yaşanan an bu kadar kısayken, an dediğini durduramazken, düşünmeye çalışırken bile kaybettiğimiz “an”ın en büyük mirası; geçmiş kadar kısa bir kelimeye sıkışıyor.

Öylesine kısa, fakat öylesine dolu ve anlamlı, anlamının her “an” eskimeye devam etmesine rağmen. Yeni olanı bile eskiyince anlamlı kılabiliyor bazen, zaman. Mesela sen… Belki sen… Ama inanıyorum.

Özlüyorum eskiyi bazen, gelecek pahasına. Yanlış bir hesap yok burada, geleceğe umut bağlar insanlar, gelecek de eskiyip mazi olsun diye. Gelecek de geçmişimizden geliyor zira. Geleceklere elveda dememeyi başarırsak eğer, geçmiş olmaz belki. Eskiyen sadece zaman olur.

Siyah beyaz fotoğrafların içindeki mavileri görüyorum, gökyüzüne bakan insanların gözünde. Siyah beyaz fotoğraflarda sarılar görüyorum, ateşin etrafındaki insanların elinde. Gökkuşağını görüyorum gözlerinde, siyah beyaz gören gözlerime rağmen

sonra

“Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.”

O sabah gündüz olmadı. Karanlığa atladı gelecek. Tüm umutlar karanlığa saklandı. Siyah gecede doğacak zifiri aydınlığa bel bağlandı. Işık değmeyen kaldırımlara düşecek parlak yağmur tanelerinin umuduyla sessizliğe gömüldü sokaklar.

Herkes sessizdi, en azından ben duymuyordum hiçbir çıtırtıyı. Güneşi bekliyordum bir gece yarısı. Benimkisi aptallık, benimkisi sevda.

Gece yorulmuştu o akşam. Ayaklarıma bağlanmıştı takati kalmayan karanlık. Zincirlenmiştim siyaha. Beklediğim bir tebessüm, boşlukta başı boş bıraktığın mutluluktan bana bir pay çıkaracak. Anlattığım bir masal, mutlu resimleri olan. Senin beyazın vardı, benim sessizliğim. Ben bekliyordum, senin haberin yoktu. Sonra… Sonrası yalnızlık.

yağmur

İsmini koyamadığım bir yorgunluk çöktü üstüme. Anlatmayı istediklerim dilimin ucunda aslında ama kaleme sarılasım yok. İstiyorum ki kendiliğinden beliriversin kelimeler kağıtta. Üstünü örtmüş kelimeleri sevmeyişimden belki de. Ama elimdekiler bundan ibaret, ağzımdan çıkacak sözler üşüyor. Bir bekleyiş var ki sorma, zaten yağmur da yağmıyor.

Anlatasım var aslında tek bir şeyi, ama hava çok soğuk. Kısık sesle bir şarkı mırıldanıyorum, karanlığa karışıyor. Acaba seviyor musun sen de bu şarkıyı? Dinlesen sesim karanlığa benzemezdi belki. Belki eşlik bile ederdin. Kaldırımlara çarpan, sadece sessizliğim, ki zaten yağmur da yapmıyor.

Kağıt doluyor ama nafile, kelimeler sıkışıp kalıyor oracıkta. Arşınlarca yüksekten bağırasım var, ama yorgunluk mani oluyor. Acabalar sarmış her tarafı, her şeyi susturmana ihtiyacım var, ama beni duyduğuna bile emin değilim. Yorgunluğun sebebi yorulmuşluk değil, ki galiba bu en acısı. Bugün sessizliğe ihtiyacım var, ama en çok da ben susamıyorum. Bir iki kelime duysam senden sesim kesilir, yorgunluğum geçer ve hatta korkularım biter. Sessizliğin bile ulaşmıyor bana. Zaten yağmur da yağmıyor. Tüm yorgunluğum korkumdan. Beyaz kağıt karalandı ama kelimeler kuyruğa dizilmiş bekliyor seni.

Yağmur da yağmıyor yetmezmiş gibi. Bu kadar söze rağmen, ne anlatabiliyorum, ne ıslanabiliyorum. Ben yağmurdan vazgeçsem, sen bir kelime etsen? Nokta koymadan devam etsen, sessizliğine. Dinlerim ben ve beklerim ne zaman yağacağını bilmediğim yağmurlar gibi.

son sayfa

Gece geçit vermiyor yine. Geceye gönül karıştığında sessizlik aydınlığı getirmiyor. Sonunu bir türlü yazamadığım bir kitap gibi, karaladığım her son sayfa içime sinmeyip, kitabın arasında sıkışmaya başlıyor. Her seferinde yeni bir son ve hiç bitirilemeyen bir kitap, haliyle. Aslında sıkıyor da, farkındayım. Nihayetinde sabaha uyanmaya mani olan kaç geceyi anlatabilirsin o sayfalar yığınında? Okuyan da bunalır dinleyen de. Hele geceye ortak olmayan…

Ben dostumu karanlık kaldırımlarda tanırım. Ben dostumu yağmurun altında tanırım.

Neyse can sıkmaya gerek yok muhakkak sabah olur. Ama gece hiç bitmiyor sanki be. Hani senden yana da ışık yok, hoş olsa ne, benim sokaklarım senin için fazla büyük. Benim şehrimde sen çok küçüksün, ve fakat yalnızsın da orada.

Diyeceğim o ki, güneş olamayacak kadar uzaksın sevdadan. Tamam sen mum alevi ben pervane, razıyım, razıydım da hatta ama sen yanmaktan da uzaksın. Pervane böceği ne yapsın karanlıkta?

Uzattım yine sözü, bir şehre veda etmek niyetim, kendi şehrime. Koskoca bir şehri ateşe verip, küllerinden çıkacak çiçeklere umut bağlamak niyetim. Benim niyetim sevda. Benim niyetim bu geceyi güneş doğana kadar ateşe vermek.

Hem belli mi olur, bakarsın bu sabah yağmur yağar. Son sayfaya, son sözüm; Allahaısmarladık.

çocuk-2

Biraz gül be çocuk,
Yollar yorar ve ağlatır ama,
Aldırma yüzünü kaplayan kuma.
Ağlama be çocuk artık ağlama,
Gözyaşları iyi gelmiyor bu kuma.
Bırak gökyüzü ağlasın,
Sen gül o yağmurun altında.
Türküler söyleyelim tekrar,
Bir deniz kenarında yine dostlarla.
Ama ağlamayalım be çocuk.
Hikayelerimiz değilse de,
Sevdalarımız güzel bizim.
Güneş doğamaz belki bu sabaha,
Karanlıkta yankılansın gülüşlerimiz,
Ve sevdalarımız, ve sevdalılarımız.
Sen gül çocuk, daima.
Bu memleket senin gözlerinin altında.

rüya

Bir sabaha uyudum, bir rüyaya uyandım.
Doğacak güneşle arama bir küçük zahir karıştı.
Geceye tutundum, siyaha sarıldım.
Gece gitti, gündüz gelmedi.
Yürümeye başladım, ayaklarımı bulamadım.
Akıl korku doldu, sevda cesaret.
Gözümün gördüğüne yeltendim bir an,
Duvarlar sardı her tarafı.
Arkamdan bir kalp yaklaştı,
Önce hızlıydı, yanımda yavaşladı, adımları.
Tereddütle döndüm korkutan sesten tarafa,
Yanımda eşsiz tebessüm.
Karanlık böyle işte,
Öncesi de yok sonrası da.
Rüyalar da öyle işte,
Öncesi de yok sonrası da.
Dokunmasalar uyanmazdım aslında.
Uyumasam kaybolmazdım aslında.
Ben istemedim ki rüyaya meyledeyim.
Mirata baksam, boşluğa düşerim.

sessizce

İnce ince emekliyor gece. Huysuz bir bebek sanki… Tadını kaçırdı galiba kendini pas geçemeyen karanlıkları anlatırken. Fakat tadı da kaçtı zaten ayışığıyla bu kadar yakın dost olmasının.

Aydınlıkta karanlık suretler görüp geceyi, geceleri ayışığının aşkıyla yanıp sabahı gözlüyordu, her gün ve gece. Bir kısır döngüye düşmüştü.

Çıkışı olmayan bir çukura düşmüş gibiydi. Debelenip duruyordu ama ne bir çığlık atası vardı ne de kurtulmak için bir başka çaba.

***

Yine böyle bir gecenin karanlık alacaya dönmeye niyetlendiği zamanlarında kaldırım taşlarıyla samimiyetini yeniliyordu. Arşınlanacak sokaklar hiç bitmiyordu zaten. Her adım yeni hikayelerle birlikte geliyordu. Her adımda biraz daha yoruluyordu vücudu. Neyi beklediği ise tam bir muammaydı zaten. Enkaza dönüştüğünde bu yürüyüşe bir son vermek mecburiyetinde kalacaktı tabi ki.

Sanırım niyeti, bir hikaye duymaktı, kaldırım taşlarından birinin anlatacağı. Kaldırımlar konuşur mu diye düşündüm uzunca zaman. Fakat onu izledikçe farkettim en dürüst hikayelerin sokakta saklandığını. Esasen sessizliğe olan aşkım da böyle başladı.

Biz onunla en güzel hikayeleri sessiz kaldığımızda dinledik. Yeni yetme bir çocuğun serzenişi gibi olacak belki ama insanlar çok yanlış anlıyor sessizliği. Konuşmamak zannediyorlar bazen susmak denilen şeyi.

***

Güneşin doğmasına bir kaç saat daha vardı. En azından biz öyle zannediyorduk. Belki de sadece ben öyle sanıyordum, emin değilim. Sessizlik olması gerektiği gibiydi. Her adım bir ufak hikaye anlatıyor, her birinde aranılan hikaye olmadığını farkediyor, aynı heyecanla yeni adımları serbest bırakıyordu. Bir adım bir hikaye…

Olmaması gereken bir şey oldu o gece. En azından ben beklemiyordum. Ama o sessizlikle o kadar uzun zamandır dost ki, çok iyi tanıyordu geceyi. Karşısında gelenin hiç ses çıkarmadığını farkettiğinde hiç şaşırmadı. Kaldırımlar böyle yapmazdı aslında. Her adıma karşılık, sessizliği kırmayacak ölçüde bir çıt çıkarırdı, her defasında. Fakat bu defa kati bir sessizlik var gibiydi.

Aynı sessizlik ve zerafet içinde bize doğru yürüdü. Onun için geldiği çok belliydi ama, gözleri bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu sanki. Çok geçmeden. İkisi birden bana dönüp sessizce ve samimiyetle baktığında, anlamıştım üstüme düşen görevi.

Arkamı döndüm, ben geceye onlarsa sabaha doğru yürümeye başladılar.

Kendi hikayelerimi dinleyecek ve anlayacak kadar öğrenmiştim sessizliği artık. Artık bir şeyler anlatma vakti gelmişti, ama sessizce…

fotoğraf

İşlemeli bahçe kapısına uzanmaya çalışıyordu, elindeki çantalarla mücadele ederken. Her sabah aynı tantana. Aslında hayatının özeti gibiydi bu durum, biraz mecaz lazım hepsi o kadar. Kapının açılması o mütevazi evden kopmaya yetiyordu. Kulağında biraz evvel dinlediği müziğin ahengi kalmıştı.

Uzun boyuna yakışır adımlarla süzülüyordu bahçenin dışında. Şaşırıyordu kendine aslında. Onca yıl günleri, gökkuşağı misali birbirine kavuşturmuşken, şimdi tek bir renk vardı sanki hayatında. Ve bunun acı yanıysa en sevmediği renkti bu. Sıradanlığın rengi…

Tatlı birkaç sokağı tatsız adımlarla arşınlayp geliyordu bir diğer kapıya. Elini kaldırmaya çalıştı fakat ağırlık yapıyordu taşıdığı çantalar. En önemsizinden bir kapı halbuki, ama bir o kadar ehemmiyetli diğer taraftan. O kapı açılmasa gidilecek tek yer yola çıktığı nokta olabilirdi sadece.

Çantalarından birini yere bırakmak için hafif meyil gösterdi ki, çocuk kapıya uzandı girmesine yardım etme niyetiyle. O an görmediler birbirlerini. Bir kapının iki farklı tarafında duran iki sıradan insandılar hala. Çocuk yerine oturdu, kız da içeriye girdi. Şöyle bir göz gezdirdi, boş bir yer aramak için. Çocuğun yanı boştu aslında ama eşyaları yanındaki boş yeri oturulamaz hale getiriyordu. Kız başka bir yere geçti ve beklemeye başladı.

O an sabah evden çıkmadan önce dinlediği müziğin hala zihninde kendini tekrarladığını farketti. Hafif bir tebessüm oluştu yüzünde. Ki o güzel gülümseyişe bir anlık bakışıyla şahit oldu çocuk. O an bir fotoğraf çekilse, sanki birbirini yıllardır tanıyan iki insanın bakışması sanardı insanlar. Fakat çocuk yüzünün de hafif kızarmasını saklamaya çalışarak başını yere eğdi. Ama kızın yüzündeki o tebessüm ona geçmişti sanki. Ve kız ilk başta gözlerini kaçırmış ama o kaçan gözleri, sanki çocuğun tebessüm edeceğini biliyormuş gibi tekrar aynı yöne dönmüştü.

Orası artık dünyanın bütün renklerine sahipti sanki. Bir tek renk eksikti, o da sıradanlığın rengi. Sıradan bir hikayaye sıradan bir son yaşayacak olsalar, anlatılacak bir şeyler daha olurdu aslında. Ama o küçük odaya gökkuşağını sığdırarak zamanı durdurdular onlar. Onlar o kadar güzel korudular ki bu güzel anı, ben çıktım hemen oradan. İhtiyaçları var mıydı bilmiyorum ama bütün renklerimi de onlara bıraktım giderken. Sadece sıradanlığımı aldım yanıma.