geceye beş kala

Ah efendim, eminim, tanısanız siz de seversiniz. Hem biliyorsunuz, gerçeklerin sonu yoktur.

***

Bir kuş vardı pencerenin önünde. Keskin hareketlerle bir sağa bir sola çeviriyordu başını. Yağmurdan benim kadar keyif almıyordu sanırım. Üst komşunun oğlu da sevmiyordu yağmuru. Birçok akşam sırf o yüzden yağmur yağmadı sanırım. En iyi, çocuklar biliyor zaten kimi sevmeleri gerektiğini. Biliyorum, benimki, olabilecek en ucuz kahramanlık; ama tanısaydı, o çocuk da çok severdi seni.

Saat şimdi, beşe beş kala; belki sona da çok bir şey kalmamıştır.

kirli kağıtlar

Tarif edemediği duygular kadardır, insan.

***

Elindeki kalemi bıraktığında saat geceyarısını çoktan geçmişti. Önünde yine sonu olmayan birkaç sayfalık bir hikaye vardı. Bu sonu gelmeyen hikayeler daha az canını sıkıyordu artık. Hatta her seferinde, neredeyse bir mezarlık sayılabilecek dosyasına yeni bir bitmemiş hikaye eklerken, bir haz duyduğu bile söylenebilirdi. Mezarlık tabirini de kendisi bulmuştu aslında, kelimelere canlıymış gibi davranmak hoşuna gidiyordu. Bazen de daha önce yazdığı bir hikayeye, içine sinen bir son bulduğunda ise yazmaktan kaçıyordu. Hikayelerinin, asıl o zaman öleceklerini düşünüyordu böyle zamanlarda.

Öyle veya böyle, bu kağıtlar da o dosyaya konulacaktı belli ki. Bu mezarlığa gidişi bir seramoniye dönüştürmeye başlamıştı artık. Ufacık bir çizgisi var olan karakterleri tamamlayarak yazdığı hikayelerde kendi de yaşıyordu sanki. Onların akıbetindeki belirsizlikte payı yokmuş gibi üzülüyordu onlara. Yine öyle olmuştu. Seramoniyi tamamlamak için bir sigara almış ve tam çakmağa uzanırken, eli kahve bardağına çarpmıştı. Dökülen kahve kağıdın alt tarafını neredeyse okunmaz hale getirmişti. Aslında yazdığı hiçbir şeyi daha sonra çıkarıp tekrar okumamıştı, ondan sonra da birisinin çıkarıp okuyacağına dair bir beklentisi yoktu hatta. Fakat yine de o ölü kavlindeki kelimelerin kağıda işlenmiş halde dosyasında var olduğunu bilmek açıklaması güç bir haz veriyordu ona. Dolayısıyla dökülen kahve, bu hazdan alıkoyacaktı onu. Eli hemen askılıkta duran atkıya gitmişti. Atkıyı kağıdın üstüne basarak bir miktar kurutabilmişti. Mürekkebi kaysa da okunabilir durumdaydılar. Bir an için gözü son cümleye takıldı, “… neden böyle olduğunu bilmiyordu.” İstemsizce bir son kurgulamaya çalıştı kafasında, fakat olmuyordu. Tekrar elini çakmağa uzatıp sigarasını yaktı. Odadaki basıklığı farkedip pencereyi açmak üzere hareketlenmesine fırsat kalmadan kapının çaldığını duydu. Gecenin bu saatinde uyumadığını bilecek ve rahatsız edecek samimiyette birkaç arkadaşı vardı. Onlardan hangisi olduğunun merakıyla istikametini pencereden, dairenin kapısına doğru değiştirdi. Kapıyı açtığındaysa şaşkın bir biçimde gelenin komşusu olduğunu gördü. İşin garip yanı, bu adamla birkaç merhabadan öteye gitmeyen sohbetleri dışında bir ahbaplığı da yoktu esasen. Bu uzak sayılabilecek adam, gecenin bir saatinde yarım yamalak giyinmiş ve gözlerindeki kırmızılığa bakılırsa daha biraz önce ağlamışçasına bitkin görünüyordu. Adam, geceyarısı yaptığı bu ziyaretin sebebini açıkladığında her şey anlam kazanmıştı onun için de. Bu çok da samimi olunmayan komşu, birkaç saat önce babasının ölüm haberini almış ve evden dışarıya atmıştı kendini. Adam, bir geceyarısı ışığını açık gördüğü için komşusunu rahatsız etme cesaretini kendinde bulabilmişti.

Konunun vahameti anlaşıldığından, saatin kaç olduğu önemsizdi artık. Genç adam komşusunu içeri buyur edip, içecek bir şey hazırlamaya başlamıştı. Babasını çok erken yaşta kaybettiğinden, bir ölümün ifade ettiği anlamları yalnızca kitaplardan biliyordu. Tahminen adamın sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yola çıkacağını düşünerek kahve yapmanın daha mantıklı olacağına kanaat getirmişti. Elinde bardaklarla birlikte salona girerken, bu ‘yabancı’nın yazdığı karakterlere ne kadar benzediğini fark etmişti. O andan sonra adamın anlattığı hiçbir şeyi adamakıllı dinleyememişti. Aslında bu yazacağı hikaye için iyiye işaretti, kısıtlamalar olmaksızın bir karakter oluşturabilecekti kendine. Babası ölmüş bir adam…

Yarım saat kadar sonra adam, tahmin ettiği gibi yola çıkmak üzere bir şeyler hazırlaması gerektiğini farkedip terk etmişti evi. Komşusunun evden çıkışıyla birlikte bütün o yas halini üzerinden atmış, yeni bir karakterin heyecanı ve neşesiyle odasına doğru neredeyse koşmaya başlamıştı. Hayal gücüne ne kadar güveniyorduysa da böylesine bir emsal hep daha ilham vericiydi. Gecenin bir saati sokakta, gözleri kıpkırmızı bir adam… Babası ölmüş bir adam…

Aklındaki akımı kağıda teslim etmek üzere masaya oturduğunda tekrar o kahve dökülmüş satırlara bakakalmıştı. O son cümle bıraktığından biraz daha silik bir halde duruyordu. Afili bir kalem hamlesiyle tek bir kelimenin üstünü çizdikten sonra yerine yeni kelimeyi ekledi. “*** neden böyle öldüğünü bilmiyordu.”
Evet, o zaten babası ölmüş bir adamdı.
“Babasının neden böyle öldüğünü bilmiyordu.”

saat

Lüzumsuz bir telaşla koşmaya yakın adımlar atıyorduk. Yanından geçtiğimiz bir kafede çok zaman önce oturup güzel vakit geçirdiğimizi hatırladım bir an. Sonra istemsizce güldüm sanırım. Niye güldüğümü sordu, “Zaman çok garip değil mi?” dedim, “O ana ait herhangi bir şey söyleyemiyoruz bile. Hava, insan ve zamanının değişkenliğinden çok daha sabit bir hızla geçiyor zaman. İnsan gibi ivmeli değilse de gayet istikrarlı yani.” Bir an durup bana doğru döndü ve “Peki ya şimdi?” diye sordu. Kolumdaki saati gösterdim ona doğru birkaç adım daha yaklaşırken, “Zaman hala geçiyor.” dedim.

O an yüzünde, ancak dünyanın sırrını çözen insanların sahip olabileceği bir gülümseme oluştu. Eliyle saatime dokundu ve gözlerini kapattı. Gözlerinin kapalı kaldığı o birkaç saniyede etraftaki herşey son derece düzgün bir şekilde yavaşladı ve durdu. Gözlerini açtıktan sonra yaptığı ilk şey saati işaret etmek oldu. Evet, gerçekten zaman durmuştu. Birkaç dakika önce sahip olduğumuz tüm telaş ve yetişmek zorunda olduğumuz her şey askıya alınmıştı.

Artık an diye bir şey var gibi hissediyordum. Zamanın olmadığı bir düzlemde kelimelerin ve parmaklarımın nasıl yol alabildiği ve buna benzer tüm soruları aklıma dahi getiremiyordum o an. Koca bir evrenin sahibi gibiydik ve o sadece gülümsüyordu. Artık yakalamak zorunda olduğumuz bir hayat yok diye düşündüm zihnimde. Ve o hala gülümsüyordu. Ne kadar çocukça bir hevese kapıldığıma gülüyordu belki de. Beni, tüm heyecanımdan tutup da çekercesine, “Sormak istediğin hiçbir şey yok mu?” dedi, kekelemeye yakın bir ses tonuyla “Nasıl?” dedim veya diyemedim, sonra asıl büyük soru zihnimin yer yanını kapladı. Buruk bir sevinçti o andan sonra sahip olduğum his, “Peki yaşlanıyor muyuz?”. “Evet.” dedi o güzel gülüşünden hiçbir şey eksiltmeden. Sonra elimi tuttu ve yüzüme baktı tekrar, “Yıllar alan bir hikayeyi, tek bir anda yaşayamazdık. Sen de biliyorsun değil mi?”. Tüm zaman algımı alaşağı etmiş olmasına rağmen zannımca dakikalardır süren gülümsemesi tamamıyla anlamlanmıştı artık. Bu kez kendi kolundaki saate dokundu ve her şey eski haline döndü. Bir ‘an’a koca birkaç dakikayı sığdırdıktan sonra tekrar her şey eski haline dönmüştü. Zamanın tekrar akmaya başladığını, varlığını unuttuğum rüzgarın yüzüme çarpışıyla fark ettim.

İşin garip yanıysa belki de sıkça hissettiğim, o, zamanın içinde kaybolmuşluk hissi yok olmuştu artık.

sessiz gece

Her sabah böyle olurum ben,
Bir şehrin kalabalığı yıkılır üstüme,
Zaman geçer, acılar geçer de,
Yitik hayallerin boşluğu terk etmez insanı.

Duruyor şimdi orada bir yerde,
Ne bakmaya cesaretim var,
Ne de yokluğunu kabul etmeye,
Baksana, duruyor işte hala,
Senin yalnızlığın,
Benim sensizliğim.

Her sabah böyle olurum ben,
Ne gece çare olur,
Ne doğan güneş.
Bir tek ilacı var bu uyanışların;
O da kanını çeker karanlıkların.

şiirleri bırak bana

Şiirleri bırak şimdi bana,
Şarkıları al, yağmurlar da senin olsun,
Görmesem de olur, gözlerini ve gülüşlerini,
Sevdiğimiz her şey sana kalsın,
Yalnız şiirleri bırak bana.

Çünkü raflara sığmıyor şimdi kelimeler,
Kağıda yakışmıyor hiçbir satır,
Söylenecek çok şey var…
Söylenecek çok şey var, var olmasına da,
Yan yana gelmiyor, gelemiyor;
Kelimeler,
Yan yana gelemiyoruz,
Sen ve ben.

Gecenin bu vaktinde,
Penceremde birikiyor şimdi gözlerin,
O,
“Eski zaman gözlerin”.
Bir de, vakitsizce harcadığın kelimelerim.

ağabey

Önce Barış Ağabey gitti, sonra Cem Ağabey. Yanlarına ne aldılarsa artık, geriye pek de bir şey kalmadı.

***

Kim kaldı şimdi geriye? Kimse kalmadı elbet. Kimse de kalmayacak, orası aşikar. Beklemeye devam ediyoruz hep birlikte bir şeyler olsun diye. Her sabah zikretmeye korkarak uyandığımız bir umut var içimizde; “Bugün değişecek dünya.” Değişmiyor değişmesine, orası ayrı ama yine de uyanıyor insan, ölmüyor yani. Her sabah usanmadan uyanıyor insan. Bazen zor uyuyor, bazen de zor uyanıyor. Ama hep korkarak uyanıyor aslında. Hep bir umut var, ve hep de bir korku var. Diyor ya hani; “Bir tek umut yaşatır insanı, bir de umut öldürür, hissettirmeden.” işte aynen öyle.

Yaşıyoruz en nihayetinde. Bilmeden yaşıyoruz, gözü kapalı yaşıyoruz. Bazen umarak, bazen de ağlayarak, bazen de sessiz; ama yaşıyoruz işte. Ölmüyoruz yani baktığında. Kimse de sormuyor, “Merak ediyor musun sonrasını?” diye. Hoş, sorsalar ne! Cesur değiliz o kadar, hiç olmadık da. Meraktan ağırdır korku.

İşin acı yanı, sevgiden de ağırdır korku. O yüzden sevemedik hakkıyla, o yüzden ağlayamadık şöyle denizlerce. Türlü bahanelere saklandık, insanız diyerek(!) ve ağlamadık adam gibi. Adam gibi ağlayamadık biz. Çok değil, gerçekten çok değil, biraz ağlayabilseydik, ama hakkını vererek ağlasaydık; böyle olmazdık ağabey. Söyle bana gelecek vakit, biz neden böyle olduk?

Onca zor içinde, neden gitmek hep en kolay oldu ağabey? Neden hep kolayı seçtik? Sen daha fazla yaşadın benden. Daha fazla üzüldün belki. Söyle ağabey, neyi öğrenemedim ben? Eksik bir şey var ağabey, adını koyamıyorum.

sabah-2

Bir şeyler oluyor gökyüzünde,
Daha kötüleriyse yeryüzünde.

**

Kim bilir kimdi, o, kime benzettiğimi dahi hatırlayamadığım kadın. Hepsi tek bir kişi oldu artık onların. Ne isimleri kaldı ne de yüzleri. Gitmekle kalamamak aynı şey değil demişti bir adam bir geceyarısı. “Herkes gider mi?” diye sormuştum ben, “Kim kalır ki?” demişti o da. Aynı şey değildi. O gece hiç düşmanım kalmamıştı benim, kendimden başka. Herkes gitmişti.

Hiç olmadığım kadar kendimleyim şimdi. Herkes uykuda, mesela sen, o ve onlar. Bir ben sokaktayım bir de ekmek yapan fırıncı. Bir ben korkağım artık bir de sokakta yatan evsiz adam. Kaldırımlar dosttan öte şimdi, konuşmadan anlaşıyoruz. Bir o beni biliyor, bir de ben onu. Güneş doğduğunda kim bakar kaldırımların yüzüne?

Sen belki de, o sabah geldin.

kırık şiir

Nasıl güzel yağıyordu yağmur. Hasret gibi teslim ediyordu kendini toprağa, damla damla. Yağmurdan sonrasının bilinmezliği kokuyordu her taraf. Fark edildiğinde büyüsü bozulacak ışıklar parlıyordu kaldırımlarda. Kırık bir şiir geldi aklıma, kırdığım bir şiir belki de. Kendi kendime kurduğum cümleleri duymuş gibi baktı yüzüme, “Hiç kırılır mı şiirler?”

**

Kaldırım taşları gibi bekliyorum şimdi,
Mütevazi ve kadere mahkum biri gibi.
Hiçbir ehemmiyetim yok yani,
Benim gibi binlerceden yalnızca biri.

fotoğraf-3

“Her şeyi yazdılar.” dedi. “Nasıl yani?” diye sordum. “Basbayağı” dedi “Her şeyi yazdılar işte.” Bakışlarındaki acıma kendineydi sanırım o an.
“Bunu da yazdılar mı peki?” diye sordum,
“Bunu da ben yazdım.”
Her zamanki gerçekçiliğiyle cevap verdi, “Lüzum yoktu aslında, keşke yazmasaydın.”

***

İnsanlar ne kadar sessiz değil mi? Geceleri yani… Bir günün diğerine devroluşuna karşı durulan bir seremoni gibi sanki bu sessizlik. Sessizlikleri anlamaya çalışırken öleceğim sanırım, susuşları ve sessizlikleri. Yanlış kararlar almaya yatkın bir tarafımız var galiba. Gecenin sürüklediği dürüstlüğe sığınmak gerekliydi konuşurken. Hele de alternatifi susmakken. Umutlar yaşatır diyordu bir yerlerde; ve fakat umutlar öldürür diyordu aynı zamanda. İnsan işte, kendini bitirmesinden korktuğu şeye saldırıyor ilk başta. Ki o “şey” kendinden bir parça olsa bile yapıyor bunu. İnançlarını, sevgilerini, umutlarını ve daha neler neler…

Önemsiz bir yığın şey işte. Çok da ehemmiyeti yok aslında bazı farkındalıkların.

Hatırlarsın belki, sıradanlığımı yanıma alıp, bütün renklerimi bıraktığım birileri vardı. İsimlerini bile bilmediğim birileri. Benim nazarımdaki tek güzel hikaye onlarınkiydi. Sadece onlar mutluydu. Ben hep bir yerlerde bir şeyleri bırakarak eksilirken ve hatta korkaklaşırken her geçen gün, bir tek onlar mutlu kalmıştı. Çünkü onların hikayesine ait bir son yoktu benim için.

İnsanlığın en büyük çaresizliği bu işte; hepimiz kendi sonumuzu görmeye mecbur bırakılmışız. Şimdi sorsan bana bunda senin bir kabahatin var mı diye; “Eh benim de cümlelerim tükendi artık.” diyebilirim sadece.

En nihayetinde tek ihtiyacımız olansa bu aslında; bir mutlu fotoğraf, sonunu hatırlamak zorunda olmadığımız.

belki

Biraz müsaadenizi istiyorum şimdi.

***

Yolunu kaybetmek diye bir şey vardır hani… Fenadır o hal. Bilinmezliğin kokusu vardır her sokakta. Kolay kolay da kaybolmaz aslında insan ama ne eder nasıl eder; başarır yine de kim olduğu belli olan sokaklarda kimsesiz olmayı. Herkes de kayıptır en nihayetinde. Kim olmak istediği yerde ki? Bilmiyorum, belki de kendimi kandırıyorum.

Yalnızlığı ortak payda yapmaya çalışmak ne kadar garip aslında. Başka birinin yalnızlığında kendisini bulması insanın… Nereden bakılırsa bakılsın hastalıklı bir düşünce. Fakat insanı böyle bir konuda kendisi bile yargılasa pek bir şey değişmiyor. Belirsizliklerden bahsediyordum sanırım. Ya da lafı oraya getirecektim işte, her neyse, bu sefer yol pek de önemli görünmüyor. Kati bir şekilde inanılan gelecek düşüncesinden yediği sağlam birkaç tokat ve tekme sayesinde belirsizliklerin daimi varlığını keşfediyor insan. Masadan düşen bir bardağın havadaki yolculuğunun neticesi bile bilinmezlik oluyor o insan için. Öyle ki, belirsizliklerin kesinliği bile korkutucu oluyor bir noktadan sonra. “Kesin bir şey yoktur. Bunu unutmamam lâzım.” diyerek başlayan şüphe, “Kesin bir şeyin olmadığı hakkında bile kesin konuşmamalıyım.” fikrine eviriyor kendini.

Neticede kayboluyorsunuz işte. Garip… Gerçekten çok garip. Hala sizi de dahil etme çabasındayım şu kısacık hikayeye. Bir şeyleri çözmenin tek yolu onu kabullenmektir diye bir safsata vardı. Şu sıra safsatalara inanma meylindeyim. O yüzden düzeltiyorum cümlemi, neticede kayboluyorum.

İşin vahim yanı, bu düşüncelerin akışına teslim olursam kelimelerimin arasına “kesin” olan bir şeyler sıkışacak gibi geliyor. O yüzden yine beceriksiz bir kapanış yapmak evla olacak galiba.

Öyleyse şimdi bana biraz müsaade edin.

Yok olmalıyım.

saçma sapan işler

Kendim için bir şeyler yapayım dedim geçen. Düşündüm epey, aklıma hiçbir bir şey gelmedi. Bir köşede yer etmiş ama belli ki. Yürüyordum işte bugün, çok da sıradan bir yoldu aslında, insanlar falan vardı bildiğin. Bir esnaf çimento getirmiş bolca. “Abi” dedim, “Fazlaysa alabilir miyim?”. “Neye lazım?” diye sordu. “Neme lazım” dedim kendi kendime doğruyu söylersem başım belaya girer, yalan söyledim. İnandı verdi bir torba çimentoyu.

Tenha bir yer buldum şöyle deniz kenarı. Tahsilliyim ya, biliyorum nasıl yapılacağını. Tımarhane diktim hemen bir tane, ama kendim için. Baktım şöyle bir, “Evet” dedim, “Güzel oldu”. Zaten bir tımarhane niye kötü olsun ki? Bir tımarhanenin kötü olması için hiçbir sebep yok bence. Topladım bütün akıllı adamları soktum içeriye. Hava da bir güzel esiyor zaten. Hiç itiraz etmediler geldiler hemen.

“Oldu” dedim, “Bir de tabela yaptım mı tamamdır”. Kendi kendime söylüyorum bunları tabi. Biri duysa, Allah muhafaza! Neyse gittim tekrar sıradan, bayağı, gayet alışılagelmiş olan yolun oraya, aynı bıraktığım gibi. O insanlar falan hala oradalar. İçimden geldi, hallerini hatırlarını sorayım dedim. Bağırdım şöyle iyice, “Nasılsınız?” diye, ters ters baktılar. Biri diğerine döndü, kısık sesle, “Deli herhalde” dedi. “Teveccühün canım benim” dedim. Güldü ben öyle söyleyince, “canım” dedim ya, hoşuna gitti belli ki. Dalga geçmiştim aslında. “Tabelan var mı?” diye sordum, “Yok” dedi. Güldüm ben de sonra, “Sen öyle zannet” dedim. Alındı biraz ama umursamadım. Sen kimsin ki bana deli diyorsun yani? Neyse, mühim değil.

Gittim birkaç tahta aldım, bir yerlerden (neresi olduğunu inanın hatırlamıyorum) bir de boya aldım başka bir yerden; (orayı hatırlıyorum ama size söylemeyi düşünmüyorum) hemen döndüm güzel tımarhaneme. Tahtaların üzerine hepsi küçük harflerle “tımarhane” yazdım, astım tımarhanenin en güzel yerine. Şöyle bir iki adım geri attım, baktım. “Oldu, oldu” dedim, “Muntazam oldu, tam akıllı adam işi”.

Baktım hava kararıyor, içeriye gireyim artık dedim kendi kendime. Bunu başkasına söylesem yadırgamazdı herhalde. Sonuçta içeri girmeyip ne yapayım? Neyse, girdim içeri; baktım akıllı adamlar bir koyu sohbetteler. Yine bağırdım, “Nasılsınız?” diye, “İyiyiz de, senin ne işin var burada?” dediler. “Vefasızlara bak” dedim. Ama kendi kendime söyledim. Akıllı adama vefasız demek riskli iş çünkü. “Olur mu öyle şey” dedim, “Ben yaptım burayı, benim tımarhanem burası”. Güldüler kendi aralarında, bir iki espri yaptılar, anlamadım espriyi. “Manyak mısın?” dediler sonra bana dönüp. “Ne bileyim?” dedim, “Olabilir”. “Sen eve git biz eve geliriz sonra” dediler. “Hah tamam o zaman olur” dedim ben de saf gibi. Kalktım eve gittim işte. Kahve yaptım içtim sonra. Açtım birkaç tane akıllı adamın birkaç kitabına baktım, “Güzel yazmışsınız” dedim. Ama yine kendi kendime dedim. Akıllı adamı övmek de riskli.

Bekledim epey. Baktım gelecek gibi değiller kalktım ben gittim tekrar. İçeri girdim, baktım kimse yok. Not bırakmışlar bir tane; “Gelemiyoruz, delirmeye karar verdik”.

Saygılarımla efendim.